27 Aralık 2019 Cuma

Sineklerin Tanrısı


"Burada canavar yok, bizlerden başka"

"Endişe. Başımıza korkulacak bir şey gelecek mi korkusudur" der Altan Erkekli'nin hayat verdiği karakter Dursun Duran, Bana Bir Şeyhler Oluyor'da (Arada açar açar izlerdim BKM tiyatrolarını, Youtube'dan kaldırmışlar hepsini. Netflix'e falan satacaklar herhalde). İzlemiş olduğum tiyatro oyununu anlatan en iyi cümle yine bir tiyatro oyunundan. Oyunu izlediğim süre boyunca çocukların içinde büyüyen "canavar"ın onları ne hale soktuğunu gördükçe aklımdan sadece bu cümle geçti; "Endişe. Başımıza korkulacak bir şey gelecek mi korkusudur"

William Golding'in Dünya klasikleri arasındaki yerini almış nobel edebiyat ödüllü romanı "Sineklerin Tanrısı" tiyatro uyarlamasıyla Sdyney'den sonra Türkiye'de ilk defa sahnede...

Günümüzde bir atom savaşı sırasında, ıssız bir adaya düşen bir avuç okul çocuğunun, geldikleri dünyanın bütün uygar törelerinden uzaklaşarak, insan yaradılışının temelindeki korkunç bir gerçeği ortaya koymalarını dile getiriyor.
Oyunla ilgili bilgi edinmek istediğinizde hemen her yerde bu iki cümle karşılıyor sizi. Öyle ki oyunun künye broşüründe bile. Oyun romana ne kadar sadık kalmıştır bilemiyorum ama ben izlediğimin üzerinden düşündüklerimi aktarayım.

William Goldrin bir distopya mı ortaya çıkarıyor sahiden? "Ey insanoğlu! Melek dediğimiz, 'aslında onları kötü yapan bizleriz' dediğimiz çocuklar bile aslında vahşi birer yaratık" demek için böyle bir kurgu mu yarattı? Ya da sadece bunu söyleyerek Nobel Edebiyat Ödülü alır mı bir eser? Zannetmiyorum. Eserin en can alıcı sözü, birkaç defa ısrarla vurgulanan yukarıdaki "Burada canavar yok, bizlerden başka" iken bunu söylemem garip değil mi? İşte işin can alıcı noktası burası. Goldrin vermek istediği mesajı birkaç kademede vermeye çalışmış. Yani en dışardaki pencereden, oyunu özetleyen en kısa cümleden baktığımız zaman bahsettiğim distopya anafikrine ulaşmamız çok kolay. Ama dialoglarla birlikten biraz daha derin düşündüğümüzde, derinlerde çok daha güçlü ama ilk bakışta hemen gözükmeyen asıl anafikrin olduğunu görebiliriz. "Korku"nun insanları ne hale dönüştürebildiği asıl anlatılmak istenen. Korkularımızın bizi medeniyetten, medeni olmaya çalışmaktan nasıl da uzaklaştırdığı anlatılıyor. Bu korku; oyunda anlatıldığı gibi, "Acaba bana bir tehdit oluşturur mu" diyerek yetişkinlerin savaş çıkarmasına sebep oluyor ya da çocukların olmadığına birbirlerini inandırmak için aslında olmadığına inandıkları bir canavara dönüşmelerine... Yani asıl anlatılmak istenen insanların korkuyla nasıl da medeni olma çabasından vazgeçtikleri... Terör tehdidinden, dış mihraklar tehdidinden korkup bir zorbanın şemsiyesi altında birleşmeye ya da "yoldan çıkacağı"ndan korkup bir kız çocuğunu döverek öldürmeye benziyor ya da aç kalacağız korkusuyla yağma yapıp kıtlığa sebep olmaya...

Bunun yanında Goldrin birçok metafor da kullanmış. Bu metaforlardan bazıları netken bazıları birden fazla anlama gelebiliyor. Mesela düşen pilotun ağaca takılı kalan paraşütü ve cesedi korku kaynağı canavar olarak betimlenmiş. Konuşma hakkı elde etmek için deniz kabuğunu elinde tutmak gerekiyor. Deniz kabuğuna seçilmiş olmak, ifade özgürlüğü, mikrofon vb. birçok anlam yüklenebilir. Hatta zamanla deniz kabuğunu bulundurmak artık çok da önemli olmayan, otoritesi sarsılan duruma bile düşüyor. Bunun yanında "Piggy-Domuzcuk" takma isimli çocuğun bilgeliği ve aklı ön plana çıkarma çabaları yine dış görünüşünden dolayı aşağılanıyor. Cesaret, zorbalık ya da bilgeliğin  liderlik özellikleri olabileceğine dair metaforlar da kullanılmış.

Oyuna dönecek olursak; Sineklerin Tanrısı, tahmin ediyorum ki kitabı okunduğunda çok daha etkileyicidir. Tiyatro temsili de başarılı olmakla beraber bazı olmamışlıklar bana bunu düşündürdü. Öncelikle çeviri metin diyalogların pazar günü yayınlanan çocuk filmlerini hatırlatıyor. Cast seçimi bence başarılı olmuş. Zaman zaman oyuncuların gerçekten oyundaki çocukların yaşlarında olduğunu düşündüm. Oyunculuklar, anafikirden rol çalmamak adına abartılıydı. Bu da biraz amatör ya da kalitesiz görüntü veriyor. Tahmin ediyorum, tiyatroda bunun taktiksel bir karşılığı vardır. Yine de oyuncuların fiziksel performansları yüksekti. Oyun sürekli yüksek tempoda kaldı ve izleyenleri oyunun içinde tuttu. Ekibin iyi çalışmış olduğunu söyleyebilirim. Doğaçlama olduğunu tahmin ettiğim anlarda dahi iyi iş çıkardılar. Sahnenin tamamını hatta salonu dahi kullanmak mantıklı bir seçim. Adayı sahnenin dışına taşıyıp daha büyük olduğu algısı yaratıldı. Sahne tasarımı tek dekor olmasına rağmen başarılı kullanıldı. Kostümler ve oyunda kullanılan diğer ekipmanların üzerine özenilmiş olduğu belliydi. Işık kullanımı başarılıydı. Özellikle müzikler çok iyiydi ama broşürdeki künyede müziklerin yapımcısı hakkında bilgi verilmemiş. Sanıyorum epik hazır müzikler seçilmişti. 

Oyunu tavsiye eder miyim bilmiyorum. Sanki bilet fiyatına karşılaştırınca kitabı alıp okumak istenen etkiyi daha fazla verebilir. Yine de paket halinde 2-2,5 saatte izleyeceklerinizle bir akşamınızı değerli geçirebilirsiniz. Oyun boyunca ve sonrasında düşünüp tartıştıklarınız da hayatı anlamlandırmak açısından size faydalı olacaktır. 

Puan: 7/10

5 Aralık 2019 Perşembe

Kadının Birey Olma Çabası Ve Karşılığında Gördüğü Şiddet

5 Aralık 1934 Türkiye'de kadınların milletvekili olabilmelerini sağlayan yasanın kabulünün tarihi. Aslında kadınların bugünkü manasıyla seçme ve seçilme haklarının tanınması bir süreç ve bir dizi yasa neticesinde oldu (Detaylı bilgiyi Vikipedia'dan öğrenebilirsiniz). Dünya tek adamların faşizan yönetimlerine doğru savrulurken belki de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki demokrasi rüzgarının ya da 60'ların "Baby Boomer" kuşağının özgürlükçü ortamında tanınabilecek bu hak bu topraklara 20. yüzyılın başlarında geldi. Gel gelelim, 21. yüzyılın 20 yılını devirmişken kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin artık dayanılmaz bir hal aldığı bir süreçten geçiyoruz.

Tarihi öğretemediğimiz gibi tarih öğrenmeyi de öğretemiyoruz. Tarihsel olaylarla ilgili toplumsal olarak en büyük yanılgımız ise olayı sadece tek bir tarihe indirgememiz. Durduk yere, çat diye o tarihte o olayın yaşandığını zannediyoruz. Tarih ezberlemek üzerine kurulu sistem bizi o tarihe gereksiz bir anlam yüklememize sebep oluyor. 10 Kasım 1938'de Atatürk'ün aniden öldüğünü zannediyoruz mesela. 1 yılı aşkın süredir başlayan rahatsızlıklarını öğrensek bile önemsemiyoruz. Ya da 3 Kasım 1839'u ezberletmek Tanzimat Fermanı'nın ilanına kadar gelen süreçteki arayışları ıskalamamıza neden oluyor. O yüzden bir yasanın geçtiği tarih bize sadece parlamentonun o gün toplandığını ve kararı aldığını göstermekten ileriye gitmemeli. Tarihi sadece alınacak dersleri ya da kazanımları hatırlamak için kullanmak gerek. (Kendinizi bu konuda eğitmek isterseniz bkz. Youtube- Olmaz Öyle Saçma Tarih)

Bahsettiğim bu tarih ezberleme üzerine kurulu tarih eğitimi devletin eğitim tornasıyla da birleşince toplumdaki değişim Atatürk tarafından verilmiş olan bir lütuf gibi algılamamıza neden oluyor. Bu hatalı öğreti, içinde bulunduğumuz haklar ve özgürlükler ortamından geriye dönüp baktığımızda Atatürk'ün Game Of Thrones ejderhalarına karşı tek başına yapılmayacak işleri yapan mucizeler yaratıcısı gibi algılatıyor. Oysa ki Atatürk'ün var olan dinamikleri dönemine ve şartlara göre olabileceğinden çok daha hızlı hayata geçirebilmesi asıl önemli olan. Mesela meşrutiyet-meclis hafızamız olmasa Erzurum ve Sivas'ta yapılan "Ankara'da halkın temsilcileri toplansın" çağrısı "Temsilci mi? O ne ki?" şeklinde bir tepki bulurdu. Kadınların elde ettiği hakların da lütufmuş gibi hissedilmesi de işte tam bu yüzden. Halbuki bütün toplumsal kazanımlar az ya da çok belirli bir mücadelenin eseri olarak ortaya çıkmıştır. İş güvenliği, işçi hakları, kadınların iş hayatındaki konumu gibi kazanımları "Radyum Kızları"nın mücadelesi olmadan anlamak mümkün müdür? Ya da Muhammed Ali'nin, Martin Luther King'in mücadeleleri olmadan siyahi haklardan söz edebilir miyiz?

Ülkenin yönetiminde söz sahibi olan "kadın"ın toplum hayatında sıkışmış olduğu kaba kuvvet, şiddet, istismar, taciz-tecavüz, cinayetin ayyuka çıktığı, toplumun büyük bir kısmının bundan rahatsız olduğu, bir şeyler yapılmasını istediği ancak çözümün net olarak bulunamadığı bir dönemden geçiyoruz. Yasalar, yasaları uygulayanlar, yasaların uygulanmasını denetleyenler vs. derken iş dönüp dolaşıp eğitime gelip kilitleniyor. Bütün dünyada var olan bir olgu olmasına rağmen ülkemizde kadınların bu duruma karşı örgütlenme ve ses çıkarma haklarının da ellerinden alınması bizi iyice içinden çıkılmaz bir cenderenin içine sokuyor. (Bu cendereden çıkmak için kadın örgütlerinin de yaptığı stratejik hataların olduğunu düşünüyorum ama o başka bir yazının konusu)

Bahsettiğim gibi iş dönüp dolaşıp eğitimde kilitleniyor. Bunun için atılmış adımlar var. Mesela, Wikipedia "Türkiye'de Kadın Hakları" sayfasına girdiğinizde "Kadına en temel haklarının iade edilmesinde erkeklerin eğitimine çok önemli rol düşüyor. Bu amaçla 2006 yılı Ağustos'unda askerlik hizmetini yapmakta olan er ve erbaşlara verilen yurttaşlık sevgisi eğitim programına kız çocuklarının eğitimi, kadınların istihdamı ve karar alma mekanizmalarına katılımları, kadına yönelik şiddet, töre cinayetleri, kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konuları da dahil edildi." cümlesiyle karşılaşıyoruz. Her ne kadar erkeğin yontulması ve topluma adaptasyonu için askerlik önemli bir eğitim basamağı olsa da erkeğin en barbar halinin (savaşçı) olduğu ve yetiştiği bir organizasyondan "kadına yönelik pozitif bilinç oluşturma" beklemek nakıs bir yaklaşım. Ben askerdeyken böyle bir eğitim ne duydum ne gördüm.

Maalesef eğitim yolunda atılacak adımlar için bugünden yarına bir sonuç verecek bir formül yok. Toplumdaki sosyolojik değişimler uzun vadeye yayılan süreçlerle gerçekleşiyor. Yine de duyarlılığı arttıracak ve adımları hızlandıracak birkaç önerim var. Bahsettiğim gibi kadınların seçme ve seçilme hakkı "verilme" ifadesiyle kullanıldığı için kadınlar bu değere tam olarak sarılamıyor ve erkekler de istedikleri zaman bu hakkı geri alabilecekleri bir kudretlerinin varlığına alttan alta inanıyor. Bu sadece kadının seçme ve seçilme hakkı için ya da toplumdaki diğer hakları için geçerli değil. Mücadele edilerek kazanılmış hakların hepsi sonraki kuşaklar için daha kutsal sayılıp sahip çıkılıyor. Mesela Kurtuluş Savaşı'nda verilen mücadele ve elde edilen bağımsızlık hakkı şu andaki toplumumuz için kutsal olması gibi. Bu yüzden kadınların toplumdaki hak arama mücadelesini tarihte bu mücadeleyi vermiş/öncülük etmiş kişileri ön plana çıkaran bir zemine oturtmak gerekiyor.

Türkiye'de feminizm ne bazılarının sandığı gibi "son yıllarda aile yapısına karşı gelen dejenere anarşist"ler ne de 60'larda dünyaya yayılan "çiçek çocuklar" ile geldi. Sahneye çıkan ilk Müslüman kadın olan Afife'nin yaptığı da feminist bir mücadeledir. Tıpkı siyasi hayatta hak arama mücadelesine giren Nezihe Muhiddin, Halide Edip ve arkadaşları gibi. Bu topraklarda feminizm kadınların örgütlenebilmesinin gücüdür ve Kurtuluş Savaşı'nda cephane taşıyan, siper kazıp tren yolu inşaatında çalışan kadınların organize olmasıdır. O yüzden, kadınlar öncelikle günümüz haklarının kendilerine lütfedilen özgürlükler olduğuna değil; mücadele ederek elde ettikleri kazanımlar olduğuna inanmalılar. Önce kendileri inanmalılar ki "eğitim" denilen soyut fikre somut bir şekil verebilsinler. Bu inanmayı ve somutlaştırmayı yaratmak için de bahsettiğim mücadeleleri vermiş olan simgeleri kullanmalılar. Ardından da toplumu bu hakların "Atatürk'ün vermiş olduğu lütuf" fikrinden kurtarıp "Atatürk'ün alan açmasıyla hızlanıp kazanılmış" olduğuna ikna etmeleri gerekiyor. Evet, yol uzun ve meşakkatli. Biz erkeklere düşen ise -tıpkı Atatürk'ün yaptığı gibi- bu dönüşümde kadınlara alan açıp bu dönüşümün hızlı olmasını sağlamak olacaktır. Daha sonra okullarda eğitim müfredatına bu mücadeleyi ekleme ve kadına şiddete karşı eğitim eklenerek gelecek nesillere daha temiz bir toplum bırakılması sağlanabilir. Eğitim yönünde atılacak adımlar, ülkeyi yönetenler tarafından yapılamayacak -ki zaten yapmak gibi bir niyetleri de yok-. Bu sebeple, toplumdaki bütün bu çürümüşlüğü tabandan kadınların örgütlendiği bir yapıyla atlatabiliriz. Şu anda tam ihtiyacımız olan bu toprakların kadınlarındaki zarafet ve cesaret.