6 Haziran 2020 Cumartesi

Adalet: Zaman mı Etik mi?

Evde tek başına kalıp da sohbet edecek kimse olmayınca beyin de kendi kendine sohbet etmeye başlıyor. Öyle ki uykuya dalmam 2 saati falan bulmaya başladı. Hem kafamı boşaltmak için hem de okuyanları da aynı fikir çatışmalarına davet etmek için aklımdakileri yazayım dedim.

Malum son günlerde Amerika halkı isyanda. Bana kalırsa iş ırkçılık meselesi olmaktan çıktı. "Özgürlükler ülkesi" Amerika'da halkın virüsten dolayı günlerce evde tıkılı kalması ve aynı dönemde patlayan işsizlik bunalan kitleleri ırkçılık cinayetiyle sokaklara döktü. Ama görüntülere bakınca farklı bir öfkenin varlığını fark ettim. Bazı eyaletlerde polis eylemcilerin yanında yer alırken devletçi politikayla hareket eden eyaletlerde ise öfke vandalizme evrildi. Benim fark ettiğim öfke ise gençlerin çaresizliğe olan isyanı. Birkaç ay sonra ABD'de seçimler olacak ve Trump mutlak favori. Günlerdir süren eylemlerde herhangi bir muhalif aday ya da yetkilinin açıklaması gözüme çarpmadı. Yani kendilerini South Park'ta "Douche-bag" (ahmak) olarak nitelendirdikleri birinin yönetmesini istemiyorlar ama muhalefetin de karşılarına bir çözümle gelmemesine isyan ediyorlar. Evde tıkılı kalmak, artan işsizlik, siyasi çaresizliğin üstüne işlenen ırkçı polis cinayeti ve devletin hatasını kabul etmek yerine yağ gibi suyun üstüne çıkması... İşte bütün bunlar olayları vandalizme kadar getirdi. Tıpkı 7 sene önce yaşadıklarımız gibi. Aslında toplamda 18 yaklaşık 10 yıldır yaşadıklarımızı yaşıyor Amerika. 7 yıl önce Gezi'de "meselenin 3-5 ağaç olmaması" gibi artık Amerika'da da mesele sadece devletin ırkçılık cinayeti değil. 21. yüzyıl gençleri kendilerini Trump-Erdoğan-Putin-Esad-Johnson gibi demokrasiden nasibini almamış insanların yönetmesini istemiyor. Yakın zamanda Britanya'da da benzer protestolar göreceğimizi tahmin ediyorum. Olayın bu kısmının devamını başka bir yazıya bırakıp asıl aklımdakilere geleyim.

Gündemde ne var diye twittera bakıyordum. Bir gencin balkonunda Kürtçe müzik dinliyor diye komşuları tarafından aşağı çağrılıp bıçaklanarak öldürüldüğü ülkede Amerika'daki olaylar için ırkçılık karşıtı twitler atıldığı komik bir ülkede yaşıyoruz aslında. Cem Toker olaylarla ilgili neler yazmış diye bakınca şu twitini gördüm o da beni fikir çatışmasına soktu. 

21. yüzyıl Türkiye'sinde gayrı müslimlerin kamuda çalışamıyor olmasının kabul edilebilir bir tarafı yok. Bu düpedüz devlet ırkçılığıdır. Orası kesin. Bunu düşünürken birden bir gayrı-müslimi dava ettiğimi ve hakimin de gayrı-müslim olduğunu düşündüm ve ne yaparım diye kendi kendime sordum. (gayri-müslim lafı da çok saçma geliyor, Ermeni desem yine garip. Politik doğruculuğa takılmadan direk aklımdakileri yazmak daha rahat olacak galiba) Bir Ermeni'yi dava ettiğimi ve hakimin de Ermeni olduğunu hayal ettim. Benim Ermenilerle problemim yok, davamda da haklı olduğumu düşünüyorum ama aklıma gelen ilk soru "ya hakim kendi cemaatinden birisi var diye taraflı karar verirse?" oldu. Bunu düşünmek ırkçılığa girer mi? Bilmiyorum.

Aklıma gelen bu sorunun ardından hemen şunu düşündüm. Ya bu örnek Ermenilik gibi bir ırk bazlı bir durum değil de Yahudilik gibi din bazlı olsaydı. O zaman soru ırk ayrımcılığından din ayrımcılığına evriliyor. Benim Yahudilerle de sorunum yok, sadece davamın doğru görülmesini istiyorum. Soru bu sefer başka bir yere evrildi kafamda. Ya dava ettiğim kişi başörtülü bir kadın olsa ve hakim de başörtülü olsa? İslamofobi mi? Hiç sanmıyorum. "Sen nasıl müslümanları böyle bir şeyle suçlarsın" diye itiraz sesleri yükseldi bi an kulaklarımda. İyi de Ermeni'yi ya da Yahudi'yi de aynı şeyle suçlamıyor muyuz? 
Bi an utandım "ya taraflı karar verirse" sorusundan. Bana bu soruyu sorduran ne ola ki?

Bana bu soruyu sordurtan ya da bu sorgulamayı yaptırtan ne? Biliyorum ki hakimi reddetme hakkım var. Karara itiraz etme hatta bunu AİHM'e kadar götürme hakkım da var. Yine de içime düşen kurt beni kemiriyor. "Bir Ermeni'ye açtığım davada hakim de Ermeni olup taraflı karar verebilir diye önalıp reddi hakim başvurusu yapmak etik midir?" Bu cümleyle kendi ahlak değerlerimi sorgularken öte taraftan hakimin ahlak değerlerini de yargılıyorum. Bir dilemmanın ortasında mıyım? Hakimin etik değerlerinin yetersiz olabileceğini öngörüp varlığına itiraz etmek ahlak yetersizliği değil midir? Öyle ya da böyle adil yargılanmaya gölge düşürmüş olmaz mıyım? Peki bu yola beni sevk eden ne? 

Ülkemizde bir laf var: "Mahkemede sürüm sürüm sürünmek" Mahkemeleri adaletin sağlandığı yerler olmaktan çıkarıp gündelik hayatı engelleyen yerler haline sokan bir laf. İyi de bu laf durduk yere çıkmadı ya, mahkemeler öyle olmasa bu laf da çıkmazdı. Beni redd-i hakim düşüncesine iten, aslında mahkeme işlerinin uzamasını istememek. İtiraz yolları var, hakim yanlış karar verse üst mahkeme, o da olmasa AİHM var ama bizim toplumumuzda mahkeme sürünülen bir yer. Bir davanın sonuçlanması yıllar alıyor. Mahkemenin tarafları davanın nedenini unutuyorlar ama mahkeme hala devam ediyor. (Bununla ilgili Kemal Sunal'ın Davacı filmini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. 40 yıldır ülkede değişen hiçbir şey yok) Üst mahkemelere itirazla muhakeme sürecinin uzamaması için redd-i hakim talebi şimdi kabul edilebilir mi? Yani zaman mı ahlak mı ikilemi. Sonuçta gecikmiş adalet, adalet değildir.

Bu manevi varlıklardan hangisi daha değerli? Kusursuz bir adalet mi, adaletin gecikmemesi mi yoksa bütün bunların etik değerler içerisinde gerçekleşmesi mi?

Bugünlerde ülkemizde yargıya güvenilmemesinin en büyük sebebi bu soruda gizli aslında. Mahkemeler yıllarca sürüyor ve adalet gecikiyor. Üstelik kararı veren yargıçların da olaya tarafsız baktığıyla ilgili çok büyük şüpheler var. Yargıçların bireysel tarafsızlıkları bir tarafa bir de üzerlerine inanılmaz bir siyasi baskı yapılıyor. AİHM'e bireysel başvuru yolu Erdoğan zamanında açılmış olsa da ülkemiz bu başvurularda her sene rekorlar kırıyor. Anayasa Mahkemesi Eski Bşk. Haşim Kılıç emeklilik konuşmasında sarfettiği şu cümle yargıçların davalara ne kadar tarafsız baktıklarının adeta göstergesi.
HSK'nu belirleyen hükümetin davalarda sonuçlar istediği gibi çıkmadığında hakimler ve savcılar hakkında açtığı soruşturmalar ise siyasi baskının ne kadar fazla olduğunu gösteriyor. Türkiye'de adalet sistemi o kadar kötü ki, varmış gibi yapıp herhangi bir reform ile bu sistemi düzeltmek hayalcilikten öte olmaz. Bu adalet sisteminin tamamen yıkılıp baştan oluşturulması gerekiyor.

Biz tekrar kafamdaki çatışmaya geri dönecek olursak; "Ya taraflı karar verirse" sorusu sanırım insani bir soru. Bu herhangi bir ayrımcılığı işaret eden bir soru değil. Ve üzerine düşündükçe -fark ettiğim kadarıyla- redd-i hakim başvurusu bu işin kırmızı çizgisinin başladığı yer oluyor. Yani benim için taraflı olacağını düşünerek bir hakimi bulunduğu mahalleden dolayı reddetmek hem ayrımcılık hem de adalete müdahale içeriyor ve yukarıda bahsettiğim 3 değerden benim önceliğim etik kavramı oluyor. Tabi bu etik davranışların hakimler tarafından da uygulanması adalete olan güveni arttıracaktır. Hem yukarıda bahsetmiş olduğum örnekler hem de toplumun iyice kabileler halinde yaşamaya evrilip kendi mahallesini koruma içgüdüsüyle davranması bu etik anlayışının gittikçe zedelenmesine yol açıyor. Bunun için de eğitimde küçük yaşlardan itibaren etik ve adalet kavramlarının çok daha önemle işlenmesi gerekli.

Bahsettiğim ikilemin mutlak doğrusu var mıdır, bilemiyorum. Belki sizin için zaman ya da adalet kavramları çok daha önceliklidir. Ya da hakimi reddetmenin ayrımcılık olmadığını da düşünüyor olabilirsiniz. Bu konuda fikirleriniz paylaşmanızı rica edeceğim. Bakalım farklı düşündüklerimiz ile daha farklı çatışmalar çıkacak mı?