6 Eylül 2021 Pazartesi

Vaat Siyaseti

 Seçim yaklaşıyor, o çok belli. Herkes de seçim yatırımı yapmaya başladı. Vaatler geliyor, açılışlar yapılıyor vs. Yavaş yavaş alınan pozisyonlarda kim nereye düşecek ileride netleşir ama herkes gençlerin ve onların algılarının üzerine oynuyor. 35 yaş altı gençlerin iktidarı değiştirebilecek kadar bir potansiyeli olduğu gerçek ancak hiçbir siyasi, gençlere olması gereken ideali anlatıp bunu kurmak için liderlik etmeye çalışmıyor; eski siyasi kafayla pastadan en büyük payı almaya çalışan söylemlere girişiyorlar: Vaat Siyaseti. Kılıçdaroğlu'nun "konsolda vergi yok, ilk otomobilde ötv yok" gibi saçma vaatleri bir youtube anketiyle bile çöküyor çünkü içi boş.

Vaat siyaseti bu toprakların en büyük belası ve çok partili düzene geçtiğimizden beri bizi sürekli Ortadoğu bataklığında tutan bir gayya kuyusu. Çünkü vaatlerin hemen hepsi cebe dokunan sadaka kültürüne ya da kutuplaştırmaya hizmet eden kötüden misal ile vaat verme üzerine kurulu. Son zamanlarda bu vaat siyasetine Ali Babacan da katılmış. İBB 30 Ağustos'u vals ile kutlamış, Babacan da bir siyasal islamcının kötüden misal vaadi için cümleye başlangıç öbeği olan "kimse kusura bakmasın" ile başlayan bir cümle kurmuş. 

Youtube'da Nevşin Mengü'ye Deva Partisi'nden M. Emin Ekmen katılmış. Anlattıklarından çıkardığım şu:

    1. Akp dönemi'nin kapanmasına yönelik yatırım yapıyorlar. Muhalefettekilere dönüp, "Tamam bu gitti, yeni düzeni oturup konuşalım. Ama AKP seçmeninin hamisi benim."

Rövanşist iktidar değişikliklerinden kurtulmayı örnek veriyor (sanırım gençlerin Deva'yı sıcak görmelerinin sebebi bu) ama sonra bu söylemin altını "gelin hukuku iktidarların sopası olmaktan çıkaracak şu şu şu işleri yapalım" demiyor (ki bunu diyen hiçbir siyasi parti yok ve asıl mesele de bu). Aksine, "Bak bunların haklarını tekrar almaya çalışırsanız karşınızda beni bulursunuz haa!!" şeklinde konuşuyor. Yani "kutuplaşma-rövanşizm bitsin istiyoruz" deyip kutuplaştırma dalgası üzerinde sörf yapmaya çalışıyor.

Eskiden Bizimcity vardı Salih Memecan çizerdi. Aklıma o çizgi film geldi. Bizimcity'de seçim sathı mahaline girilmiş, iktidar sallantıdadır. Kılıçdaroğlu ve Akşener sandık başında hesaplar yapmaktadır. Sonra yanlarına Babacan gelir, kollarını geriye hilal açmış "muhafazakarlar"ı tutmaya çalışırken Kılıçdaroğlu'na "Bak başörtülü bacımı tekrar okula almazsan bozuşuruz haa" deyip geriye dönerek sırıtarak göz kırpar.

Ekmen bu söylemleri anlattıktan sonra geçenlerde yaptıkları bir konuşmada, Alevi'lerin kaymakam olamamasına "bunu kaldıracağız, böyle bir şey olamaz" dediklerini ekliyor ve aslında her soruna eşit mesafede yaklaştıklarını söylüyor. Bu neden boş bir söylem onu biraz açmaya çalışayım. AKP ve Erdoğan, muhafazakarların geçmişteki hak kayıplarını CHP'nin üstüne yıkarak "CeHaPe zihniyeti" söylemi kullanıyor. Burada, bu kazanımların kaybedilmeyeceğinin teminatı sözler "Biz CHP ile konuştuk. Bu kazanımların devam etmesi yönünde mütabakata vardık ve bunun teminatı biziz" olmalıdır. Böyle yaptığınız zaman, AKP'nin kutuplaştırma siyasetinden sıyrılmış, CHP'yi ve kendinizi daha 21. yüzyılın değerlerine çekmiş olursunuz. Bunun yerine, aynı muhalefet alanındaki CHP'ye "bunlara dokunma haa" derseniz, bu lafı söylediğiniz sürece, önce ya da sonra söylemeniz fark etmez, dönüp Alevi'lerin hakları için "Bu düzeni kaldıracağız" derseniz o "Bak gördün mü mevcut iktidara da dikleniyoruz" gösterisinden öteye geçemez. Çünkü, kutuplaştırma diline ait olduktan sonra Alevi'ler neden yıllardır sığındıkları CHP limanını terk edip de size güvensinler. Halbuki, o toplantıda gelen "Bir tane bile mi Alevi kaymakam olmaz" sözüne "-gerçek ya da değil- Ben 3 bakanlığım boyunca alınacak personellerin Alevi olup olmamasıyla ilgilenmedim. Belki de gerçekten böyle bir uygulama vardır. Ben bunu araştırayım, belki fark etmemişimdir. Ama böyle bir problemin olduğunu artık biliyorum ve bunun nedeni olan tıkanıklığın açılması için yeni düzeni kurarken iktidar ortaklarıyla konuşacağım" dense; o zaman yukarıda bahsettiğim rövanşist tavırdan devleti sıyıracaklarına dair güven oluşurdu. Bu yüzden, CHP'ye dönüp "Sana bunları yedirtmem" derseniz, CHP'nin arkasındakileri de yanınıza çekemezsiniz.

    2. Konuşmasının bir bölümünde özetle "Siyasilerin nabza göre şerbet vermesini hoşgörmelisiniz" minvalinden sözler sarf etti. Örnek olarak da İmamoğlu'nun "Yasin okumasının eleştirilmesini" verdi ve "Bunun AKP seçmenini rahatlattığını ve seçimi kazandırdığını gördüm" dedi. 

Yani kazanmak için her yolun mübah olduğunu, önemli olanın kazanmak olduğunu ve ilkelerin ikinci plana itilebileceğini söylüyor. Mevcut siyasetin ve siyaset aktörlerinin hepsi bu şekilde değil mi zaten? Mevcut aktörlerden iktidar olanlar bu minvalde olduğu için bu boğulmayı yaşıyoruz ve muhalefet üyeleri de ortaya ilkeler koyarak toplumu dönüştüremediği için bu boğulmamız perçinleşmiyor mu? Neden kararsızlar 3. parti konumunda? Bu söylem bana hukukun üstün, liyakata bağlı devlet kadrolarının olduğu, aklın ve sanatın ışığında hareket eden bir Avrupa ülkesinden çok; sen-ben-bizim oğlanın devam ettiği, "yav hele bi gelelim de bi şekilde çözeriz, sen bize güven" dediği Ortadoğu ülkelesini hayal ettiriyor. Sanıyorum, gençler de bu durumdan rahatsız olacak ki yurtdışına kaçış planları yapıyorlar.

Ez cümle, herkes gençler üzerinden bir oyun kurmaya çalışıyor. Anne babalarını da ikna etme potansiyellerini de düşünürsek hakikaten de genç nüfus eski sistemde bir partiyi tek başına iktidar yapabilecek kadar güçlü. Ama mevcut siyasi aktörler, bu genç nüfusa onların idealleri için liderlik etmek yerine anne-babalarının oy verme prensiplerine göre hareket edip onların da aynı prensiplerle oy vermelerini isteyerek hem kendileri adına hem de toplumu dönüştürmek adına çok büyük bir fırsatı kaçırıyorlar. Gençlerin ideallerindeki ne? Onu da başka bir yazıda yazarım.

21 Mayıs 2021 Cuma

Hayvan Çiftliği - George Orwell

Tam kapanmada(!) tekrar kitap okumaya ağırlık vermek istedim. Motoru ısıtmak için de Adam Fawer'in Oz kitabını bitirdim. Oz ile ilgili yazılacak fazla bir şey yok aslıda. Bildiğimiz Oz Büyücüsü'nün yeniden yazılmış hali diyebiliriz. İçine biraz daha teknoloji biraz daha tanıdık simalar eklenmiş. Daha 21. yüzyılın edebiyat ve sanat ögelerini içinde barındıran bir kitap olmuş. Başlarda olay örgüsü biraz karmaşık olsa da sonradan ritmini buluyor ve hızlıca okunuyor. Kitabı bitirdiğimde başlardaki karmaşanın neden olduğunu anlamak için tam oturmayan yerleri tekrar açıp okudum, yazarın aklındaki kurgu daha net oturdu. Film tadında yazılmış bir kitap olduğu için filmi çekilse bittiğinde başa dönüp böyle bir ihtiyaç duyulmaz ama kitapta böyle bir ihtiyaç hasıl oldu.

Baktım evde okunacak tek kitap 1984'ün cep kitabı (Hepsini bitirdiğimden değil, kitaplarımın hepsi İstanbul'da kalmış) ve kitap satışı da yasaklandı. Carrefour'dan online alışveriş yaparken hemen sepete ekledim Hayvan Çiftliği'ni. Zaten hikaye tadında bir kitap, hafta sonunda bitti. 

Bilmeyenler için kısaca özet geçeyim, zaten kitaba dair spoiler vermek gibi bir durum söz konusu değil. Okuduktan sonra sizde bıraktığı iz önemli. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, yaşlı bir domuzun organize etmesiyle çiftlik sahiplerine karşı ayaklanıyorlar ve çiftliğin yönetimini ele geçiriyorlar. Yıllar içinde de çiftlik domuzların yönetimine geçen faşist bir düzene evriliyor. 

George Orwell'in iki meşhur kitabı, 1984 ve Hayvan Çiftliği için genel olarak "reel sosyalizm eleştirisi" yorumu yapılmış. 1984 cep kitap olduğu için bir türlü okuma ritmine giremeyince Hayvan Çiftliği'ne geçiş yaptım. Her iki kitap da Can Yayınları'ndan çıkma ve her ikisinin de tercümesi Celâl Üstel'e ait. 1984'ün başında da Hayvan Çiftliği'nin sonunda da Orwell'in hayatından ve kitaplarının insanların üzerinde bıraktığı etkiden bahsediyor. Zamanın şartlarını, İkinci Dünya Savaşı'nın ve Sovyetler Birliği'nin Orwell üzerinde bıraktığı etkiden ve bu etkinin kitaplarına yansımasından söz ediliyor. 

Hayvan Çiftliği'ni okurken tarihte faşist düzenlerin tanıdık simalarıyla karşılaşıyorsunuz. Aslında her bir hayvanın devlet yapısındaki sosyal sınıflarda karşılığı var. Kitabı okurken yönetimi ele geçiren domuzu tarihteki otoriter liderlerle eşleştiriyorsunuz. Bu kimileri için Hitler, Mussolini, Franco kimileri için de Stalin, Maduro oluyor. İletişim domuzunun söylemlerine baktığınız zaman "A bu resmen Propaganda Bakanı Goebbels" diyeceksiniz mesela. Hatta günümüz Türkiye'sinden de örnekler sıralayabilirim ama ne olur ne olmaz başımıza iş açmayalım şimdi. İnsanların ideolojileri kitabı okurken ne kadar tarafsız bakabildiklerini etkileyecektir. Mesela kitabı okuyan bir komünist Stalin'i ölümüne savunmak için  bu gerçekliği reddeden tartışmalar yapacaktır. Kitabın asıl meselesi, toplumların otoriter düzene zamanla nasıl alıştığı aslında. Zamanla bu evrimin kaçınılmaz olması ve sağ-sol ideoloji gözetmeksizin tarihte yaşanan örneklerinin hatırlatması. Sağ ideolojiyle bakan bir kimse "Bak Stalin Rusya'sını anlatmış" derken soldan bakan biri de "Al işte aynı Hitler" diyecektir. Daha günümüze gelirsek; Venezuela'da Maduro'nun yaptıklarını "sosyalizmin kaçınılmaz sonu" diye yorumlayanlar Erdoğan Türkiye'sini de sosyalizmle mi açıklayacaklar? Otoriter yönetimler ideolojilerden bağımsız; tamamen kendi çıkar ve keyifleri için toplumu baskı altına aldıkları ise tek doğru gerçektir.

Okuduğum kitaplarla ilgili düşüncelerimi eğer sıcağı sıcağına yazmazsam bir daha yazmak gelmiyor içimden. Buna rağmen Hayvan Çiftliği -okuyalı 5 gün geçmesine rağmen- üzerine düşünüp, "sen bu kitaptan ne aldın" diye kendi süzgecimden geçirdiğim bir kitap. Zaten böyle kitapların da  temel prensibi bu. Her ne kadar kitabın ana direği yukarıda bahsettiğim, kurbağayı sıcak suya atmak yerine yavaş yavaş suyu ısıtarak haşlamak hikayesindeki gibi, toplumların otoriteye zamanla boyun eğmesi olarak gözükse de benim kitaptan aldığım tek cümleyle "bağımsız medyanın ne kadar önemli olduğu" olurdu. Kitaptaki her hayvanın imgelediği sosyal ya da mesleki bir kavram var, hatta dediğim gibi propaganda bakanı bile var. Ama kitapta daha doğrusu çiftlikte olmayan tek şey bağımsız medya. O yüzden de eğitilmemiş-eğitimini tamamlayamamış hayvanların aslında hafızalarında olan olayların manipüle edilmesini fark edemiyorlar. Yaşadıkları kahramanlık hikayeleri zamanla tamamen farklı şekilde kendilerine dayatılırken, devrimi ilk yaptıklarında koydukları kurallar zamanla şartlara göre esnetilirken hissettikleri tuhaflık düzene karşı gelmelerine yetecek kadar zihinlerinde bilgiye dönüşemiyor. Tarih her seferinde günümüzden geçmişe doğru yazılıyor. Kendilerine yaşadıkları bu dönüşümü ve olayları anlatacak/hatırlatacak bir medya düzeni olmadığı için de kendilerini; otoritenin her dediğini kabul eden, kendilerini sahip olduklarıyla mutlu, zaman zaman da otoritenin müsaadesiyle kendilerine anlatılan ahiret hikayelerinin inancıyla ikna eden bir kölelik düzeninin içinde buluyorlar. Sonuçta ise kendilerinin sandıkları her şeyin çoktan başkalarının olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorlar.

Gazeteci Mustafa Hoş'un paylaşımlarında dediği "Neo Türkiye'nin panzehiri hafızadır" sözüyle yazımı bitireyim. Tarafsız medya, içinden geçtiğimiz şu günlerde, bizi kendi yarattıkları kölelik düzenlerine ikna etmeye çalışanların ipliklerini pazara dökmek için ekmek gibi, su gibi ihtiyaçtır.

Künye:
Hayvan Çiftliği - George Orwell
Çeviri : Celâl Üster
Can Yayınları - 64. Baskı - Nisan 2020 

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Bir Tuhaf Soruşturma

Dünden beri ülke, Devekuşu Kabare'nin oyunlarına döndü. Yasaklar ve Deliler. Sanki devlet, iki oyunu birleştirmiş, deliler ülkeyi yönetse nasıl yasaklar koyar diye bir oyun sergiliyorlar bize. Benim dikkatimi çeken ise paniklemenin boyutu.

Eli götünde türbe ziyareti soruşturması ne kadar paniklediklerini gösteriyor. Önce İçişleri Bakan Yardımcısı ve aynı zamanda sözcüsü (böyle bir titre ne gerek varsa) çıktı dedi ki "Bizle alakası yok savcılık soruşturması". İyi de şikayet CİMER'e gelmiş, oradan da size iletilmiş, bunu savcılığın önüne koyan sizsiniz.

Ardından gün boyu yapılan "Ben yapmadım Miki yaptı" sözleri ve akşamına assolist sahneye çıktı. Hulki Cevizoğlu "Kendileri yapmıştır. Mağduriyet için neler yapılır bu siyasette..." dedi. Daha doğrusu demiş, sabah öğrendim ben. -Bu lafı Ali İsmail Korkmaz'ın ölümünden sonra "Arkadaşları dövmüştür" versiyonuyla valinin ağzından hatırlıyoruz.- Bahsettiğim panik tam da bu aslında. Anketler açıklandıkça saçmalayan saçmaladıkça anketlerde düşen bir iktidardan bahsediyoruz. Bu saçma soruşturmanın bir mağduriyet yaratacağını zannediyorlar. Halbuki İmamoğlu "Bunlarla zaman kaybetmeyelim" dedi, yoluna devam etti. Mağduru oynamak istese, köpürtürdü. Oysa, soruşturma mağduriyet değil acziyet göstergesi. Bu soruşturmayı açanlara "Bu kadar düştünüz mü?"den başka soru sorulmaz.

İşte düştükleri yerden kalkmak için sarıldıkları şey ise, Cevizoğlu'nun sözleri oldu. Panik o kadar büyük ki, işin içinde İmamoğlu varsa, lafın önüne-arkasına bakmadan ne varsa troll ordusunu devreye sokuyorlar. Şimdi de Cevizoğlu'nun bu sözlerine sarılmışlar. Paylaşımları da "Bakın işte gördünüz mü? (Sizin adamınız) Hulki Cevizoğlu bile ne diyor" kisvesinde. Cevizoğlu'nun sözlerini duyduğumda ilk aklıma gelen, o zaman Cimer'e şikayette bulunanın kim olduğunu açıklasınlar olmuştu. Zaten Murat Ongun da KRT'ye katılıp aynı şeyi söylemiş. Böyle bir soruşturma için yazı yazmak bile zûl ama anlatmak istediğim, iktidar düştüğü panik içerisinde plan-program yapmadan zar atarak ilerlemeye çalışıyor. Bunu yaparken de hayat alanımızı gittikçe daraltıyor.

17 Nisan 2021 Cumartesi

Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?

 Kaç defa izlemişimdir bilmiyorum Yılmaz Erdoğan'ın "Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?" oyununu. Netflix'te filmi çıkınca tabi ki onu da izledim, birkaç detayı da yazmak istedim.

Konusu, hikayesi, anlattıklarıyla ve müzikleriyle Yılmaz Erdoğan'ın iki oyununu diğerlerinin önüne çıkarırım. Biri Bana Bir Şeyhler Oluyor diğeri de Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü? İkisinde de oyunculuk anlamında çok zirve performanslar vardır. Filminin yapılacağını duyduğumda olmasın istedim açıkçası. Yine de Haybeden Gerçeküstü Aşk -Tatlım Tatlım'da yapılan dönüştürme kadar başarılı olmasa da "Ateşböceği" de fena olmamış.

Dediğim gibi defalarca izlediğim için repliklerini bile ezbere bilirim. O yüzden de filmde atılan bazı replikler canımı sıktı. Onların yerine de eklenen fazladan sahnelerse güzel olmuş. Özellikle oyunda hepi topu 5 dk geçen Gülseren- Dündar aşkı filmde biraz daha işlenmiş. Karakterlerdense bazıları değiştirilmiş. Kürşat Dayı ve Hazım'ı almaya gelen komiser daha karikatür tiplemelerdi, ciddiyet katmışlar. Aslında hemen hemen bütün karakterlerin karikatür sahneleri tırpanlanmış diyebilirim.

Oyunda yan karakterleri kadrodaki oyuncular dönüşümlü oynarken filmde -doğal olarak- bu rolleri farklı oyuncular oynamış. O yüzden de kısa süreli bu roller için de öne çıkan bir oyunculuk olmamış. Zaten bu rollerin oyuncularında "Başyapıtın tiyatrosunda oynamak nasip olmadı, filminde kısa da olsa bir rolüm olsun." edasını sezdim. Hani onursal sanatçıların hatıra albümlerindeki şarkıları başka sanatçılar seslendirir ya, öyleydiler. Ana rollere gelecek olursak, kast yapılırken İclal Hanım'a oyunda can veren Zerrin Sümer, "Devrim Yakut oynasın" demiş sanki. Gerçekten de rol çok müsait olmasına rağmen hiç köpürtmeden duru bir şekilde oynamış Devrim Yakut. Aynı şekilde Merve Dizdar da İzzet Hala'yı aynı durulukta oynamış. Hatta bir ara Zerrin Sümer ve Şebnem Sönmez'i gördüm gibi oldu.  Ushan Çakır Hazım Amca rolünde daha bir solcu gözükmüş. Ya da 2021'den geriye bakarken daha bir solcu çizilmiş karakter diyelim. Kürşat Dayı'ya can veren Bülent Çolak karakterin kişiliğini vermiş ama yukarıda da söylediğim üzere karakterin karikatürlüğü alındığı için de fazla ön plana çıkamamış. Nazif Bey'i oynayan Engin Alkan'ı da çok başarılı buldum. Oyunda Salih Kalyon çok iyi olduğu ve Engin Alkan'ın da daha önce performansına denk gelmediğim için fragmanları gördüğümde bir tereddüt etmiştim. Yine Nazif Bey'in de karikatürü azaltılmış onun yerine daha baba-kız ilişkisini yansıtacak sahneler eklenmiş. Dürüst olmak gerekirse Engin Alkan bu "yeni" Nazif Bey'in hakkını vermiş.

Ve gelelim Gülseren'e. Oyunu hiç izlemeseydim ya da senaryo direkt film olarak çıksaydı belki Ecem Erkek'in oyunculuğu Gülseren karakterinin de gücüyle akılda kalıcı olabilirdi ama oyunda Demet Akbağ öyle bir performans sergiliyor ki Ecem Erkek için ancak "kotarmış" olarak değerlendirebilirim.  

Filmde dikkatimi çeken birkaç detay var ki onlara da değinip yazıyı bitireyim. Yılmaz Erdoğan, oyunda Gürdal Tosun'un çok zirve bir performansı olan Somer Yoğurtçuoğlu'na hayat vermiş. Belli ki bu rolü rahmetlinin anısına saygı için seçmiş. Aynı replikleri daha farklı oynamış ki ben Gürdal Tosun'un performansını daha çok sevmiştim. O sahneden "hatta söylemeden anlarım" repliğini niye çıkarılmış acaba, çok merak ettim izlerken. Bunun yanında oyunda coğrafya öğretmenini canlandıran Caner Alkaya filmde de aynı karaktere hayat vermiş. Aynı şekilde Sinan Bengier de Kafur Bey'e hayat vermiş ki oyundaki performansını ne zaman izlesem kahkahalarla gülerim. Tabi filmde yaşının ilerlemesine bağlı olumsuz etkiler gözükmüş. Dile kolay, 22 senelik bir performanstan bahsediyoruz. Yine de bu iki oyuncuya böyle bir jest yapılması çok güzel olmuş.

Son olarak da filmde kullanılan mekanlara ve efektlere gelmek istiyorum. Oyunda bütün sahneler konağın içinde geçiyordu. Filmde bu avantajı kullanarak konağın dışına, sokağa da çıkmışlar ki dönemleri yansıtmak adına fikren de kurulan plato da çok güzel olmuş. Oyunda hiç ateşböceği görmeyiz ve filmde bunları doğal olarak efektle yapmışlar. Ateşböceklerini efektle yapmalarını normal karşılarım ama böyle bir filmde başka efekte neden ihtiyaç duyduklarını anlamış değilim. Belli ki bütçe kısıtlı ve çoğu oyunculara-figürasyona gitmiş ki 12 Eylül gecesinin efektleri bu kadar çiğ ve sakil kalmış.

Yılmaz Erdoğan'ın oyunlarının ikinci filmleştirmesi de gerçekleşti. Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü, Tatlım Tatlım kadar başarılı olmuş diyemem. Tekrar açıp izlemek istersem kesinlikle oyunu tercih ederim. Tabi artık dijital platformlarda yok. Eskiden Youtube'da vardı sonra oradan kaldırıldı BluTV'ye geçmişti. Şimdi hiçbir yerde bulunmuyor. Keşke Netflix'e filmden sonra önermek adına eklense de ben de tekrar tekrar doya doya izlesem. Ve son olarak, umarım Bana Bir Şeyhler Oluyor'u film yapmak istemezler.

14 Şubat 2021 Pazar

Üniversiteleri Nasıl Kurtarabiliriz? Üniversitelerden Nasıl Kurtulabiliriz?

Başlığı bakıp da Boğaziçi Rektör tartışmalarına gireceğimi zannediyorsanız, yanılıyorsunuz. Benim bahsetmek istediğim daha kökten, daha geleceğe yönelik bir çözüm. Fikri iktidarı sona ermiş döküntü bir iktidarın ardından yeniden kurulacak 21. yüzyıl Türkiye'sinde olması gerekenler adına bir fikir.

    Hafta içinde Nesrin Nas Twitter hesabından "Boğaziçi fiyaskosunun 12 Eylül temellerinden fışkıran taze filizler" yazısını paylaşmıştı. Ben de yazıyı okuyunca, uzun zamandır üzerinde kafa patlattığım üniversitelerle ilgili fikirlerimi yazmayı öne almamın daha doğru olacağını düşündüm. Bu satırlara başlamadan önce linke tekrar baktım ve okuduğumda dikkat etmediğim yazarın (Baskın Oran) ismine dikkat ettim. Baskın Oran'ın ismini önce arattım, Vikipedia'dan kim olduğuna baktım, ardından kendi kendime "sanki" diye düşünüp "Baskın Oran Y" diye arattım ve Google'ın önerilerinde ilk sırada "Baskın Oran Yetmez Ama Evet" çıktı. Baskın Oran da YAE tayfadan(mış). İsmi bir yerlerden hafızama kazınmış ama yazıyı okurken ne yazılan platforma ne de kimin yazdığına bakmıştım o yüzden de şimdi tekrar dikkatimi çekti. Bu kısmı yazmamdaki amaç Baskın Oran'ın yazısını referans verirken kendisi hakkında ne düşündüklerimi de belirtme ihtiyacı hissettiğim. Çünkü yazıyı okurken "Ben de fikrimi yazıp paylaşmalıyım" dememe neden olan düşünce, yazının büyük çoğunluğuna katılmakla beraber, genelinde bir kazanım bırakmaması. Şöyle açıklayayım; yazı, ana fikrinin giriş gelişme nedenlerini açıklıyor ama sonucu açıklarken herhangi bir çözüm sunmuyor. Karamsar bir hava ile işlerin daha kötüye gidecek olmasını söyleyerek bitiyor. Herhangi bir çözüm önerisi -tabii ki- yok. Zaten "sanki" diye düşünmeme neden olan da biraz buydu. "Aydın" kisvesi altındaki ekseri "sol" tayfanın YEAcılarında bir kibir var ve onu yazılarında, röportajlarında hissediyorsunuz. "Yetmez Ama Evet" bana zamanında da "yetmeyen kısmı için söyleyecek sözün yok mu?" dedirtmişti (tabi o zamanlar toyduk) Bu kibri hissedebileceğiniz başka bir örnek daha verebilirim mesela. GazeteDuvar 18 Ağustos'ta "Yetmez Ama Evet"çilere "pişman mısınız?" diye sormuş. Baskın Oran'ın söylediklerini okuyunca yine aynı kibri hissettim. Meselem eski-yeni solcuların, liberallerin ya da her kim iseler kibrini ölçmek, aşağılamak, yargılamak, bana ters düşen görüşlerini yüzlerine vurmak ya da bunları hala savunuyorlarsa dalga geçmek vs. değil. 21. yüzyılda bu kadar çok iletişim kanalı varken söz söyleyenlere, yazı yazanlara, fikir belirtenlere bu kadar çok ulaşma kolaylığı varken bu kadar yığının içinde cımbızla çözüm aramak zorunda kalmamıza isyan ediyorum. Bu Mecidiyeköy metrobüs alt geçidinde dağıtılan sol gazetelerde de böyle, içi doldurulmamış, ne olacağıyla alakalı söyleyenlerin bile bir fikri olmayan "güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçeceğiz" lafında da böyle, "Bu adam kötü başkan olacak ben başkan olmalıyım. Aha bunlar da ekonomi bakanım, adalet bakanım" demeyen kafada da böyle, "Biz onlardan ayrıldık çünkü artık şu şu şu konularda biz böyle düşünüyoruz" demeyen kafalarda da böyle... Ben, her gece yatağa yattığında "Ülkeyi nasıl tekrar aydınlığa çıkarırız" diye uykuları kaçan binlerce hatta milyonlarca, seçmen medyan aralığında asıl karar verici olan, gençlerden biriyim. Artık çözüm talep ediyorsak da kendimce bulduğum çözümleri paylaşmamın ve bunlar üzerine tartışılmasının gerekliliğine inanıyorum. Cumhurbaşkanı olmama daha 9 sene var (bkz. cumhurbaşkanlığında yaşa takılanlar) belki birilerinin fikrine gider de bir çözüm buluruz diye yazıyorum.

    Ülkedeki her konuda olduğu gibi yüksek öğrenim konusunda da taban tabana zıt iki görüş var. Bunları özetlemek gerekirse; birisi Erdoğan'ın dediği gibi "Merkel 'üff' dedi" görüşü. Açılan 207 üniversitede okuyan 8küsür milyon öğrenci. Verilen burslar, krediler vs. 



    Diğeri ise Cem Toker'in bugünkü twitinde yazdığı gibi, aslında var olan 10-15 üniversite, gerisi bir halta yaramayan bina yığını, hayal satıcılığı. Ben artık ülkenin ekseri çoğunluğunun da bu "her kasabaya bir üniversite" fikrinin yanlış olduğunu fark ettiğini düşünüyorum. Sıkı Tayyipist babam için de bu böyle, oğlu "üniversite mezunu" olduğu halde hala cebine harçlık koymak zorunda kalan Ahmet, Mehmet amca için de. Bu arada Erdoğan'ın videoda bahsettiği "keyfiyet"in "iş beğenmeme" olarak söylediğini düşünüyorum.





    İşin aslı ne Erdoğan'ın söylediği gibi "iş var iş beğenmiyorsunuz" noktasında ne de Cem Toker'in üstü kapalı söylediği gibi "Mezun olsanız bile iş bulamayacaksınız, boşuna gitmeyin" noktasında. Sonuçta sen yazmasan başka birisi o kontenjanı dolduracak. Sonuçta yine bugünkü "üniversite mezunu işsiz sayısı" rekorları devam edecek. Makarayı biraz geriye sararsak, zaten bu üniversiteleri açılması da zamanında genç işsiz sayısını düşük gösterecek bir ilüzyondan ibaret. Biriken lise mezunlarını üniversite sınavlarına hazırlanıyor ya da üniversite öğrencisi olarak göstererek genç işsiz sayısını düşük ya da düşme trendinde gösterdiler. Ekonomik veriler yolunda gidiyorken, e bir de genç işsiz birikmesi yokken kimse bu üniversitelerin varlığı sorgulamıyordu. Normal şartlarda çoktan bir sonraki hükümetin kucağında kalması gereken bu "üniversiteli işsiz" bombası kendi kucaklarında patladı. (Gerçi hala aynı fikri savunuyor olmalarını "ekonomik ilüzyon planı"yla değil de "varoşun üniversite aşkı" olarak tanımlamak daha doğru olur) Şimdi iktidarın sallanıyor olması bizi bu büyük ve elzem problemle baş başa bıraktı. 21. yüzyılın Türkiye'sini inşa ederken bu mezun yığınına belki bir çözüm bulamadım ama bu yığınla karşılaşmamak için bir çözümüm var. Çözüm: Bu üniversitelerin kapatılması. Tabi bu o kadar da kolay değil. Her ne kadar bu bir işe yaramayan yüzlerce üniversite 
 bir gecede açılmaya karar verilmiş olsa da kapatma kararı öyle bir gecede verilemez. Çünkü şehirlerde oluşturulan bir "üniversite ekonomisi" var, akademik kadrolar var, öğrenciler var. İşte benim çözümüm bu "kapatma" eyleminin nasıl olacağıyla ilgili. 


1. Akademik Kadro Tasfiyesi

    Herkes biliyor ki bu üniversitelere yıllarca cemaat öğrencilerini akademisyen olarak atadılar. Cemaatçilerin tasfiyesi yapıldıktan sonra da tekrar boşalan kadrolara kendi adamlarını yerleştirdiler. Şimdi yarın iktidar değişse ve yeni gelenler bu kadroları tek gecede tasfiye etse bu sefer de yüksek öğrenim her gelenin kendi adamını yerleştirdiği kısır döngünün içine girecek ve gelecek yılları hepten kaybedeceğiz. Evet, Ak Parti'den önce de durum 3 aşağı 5 yukarı böyleydi, akademide torpil, adam kayırmacalık, bizdencilik vardı. Zaten toplum kültürel bir dönüşüme karar vermeden bu olgular devam edecektir. Bunu toplumun kararını beklemeden yapmanın yolu ise akademisyenleri rekabete sokmak olacaktır. Her akademisyen, 3 yıl içinde (2 yıl ders 1 yıl derssiz -Bu sayılar optimize edilebilir-) kendi branşındaki uluslararası saygın akademik dergi, makale, atıfta yayınlanacak yayın yapmazsa akademik statüsü bir alta düşürülecek. Yani bir profesör 3 yıl ya da 5 yıl içinde bu şartı sağlayamazsa doçentlikten kariyerine devam edecek ve tekrar profesör olmaya çalışacaktır. Bu sistem 1 kerelik değil sürekli olarak uygulanacak böylece paraşütle, torpille, intihalle kazanılmış unvanlar ayıklanacaktır. Tabi bunların önşartı akademisyen maaşlarına hemen yapılacak 1,5 ya da 2 katlık bir artırım. Çünkü ancak ekonomik refahını artırabilirseniz gerçek akademisyenleri bu rekabetin içinde tutabilirsiniz.

2. Üniversite Tasfiyesi

    Tıpkı akademisyenlerde olduğu gibi üniversiteleri de benzer rekabete sokacağız. 2000 yılından sonra kurulan her üniversite aslında 2000'den önce kurulan bir hami üniversitenin uydusu şeklinde kuruldu. Mesela Samsun OndokuzMayıs Üniversitesi (1975)' nin çevre illerdeki yüksek okulları üniversiteye çevrildi. (Sinop 2006, Amasya 2006) Aynı yıllarda komşu iki şehre de üniversiteler kurulmuş (Ordu 2006, Çorum 2006). Ayrıca Samsun'un merkezinde de Samsun Üniversitesi (2018) ve cemaatten devralınan Canik Başarı Üniversitesi de var. Şüphesiz Anadolu'da 2000lerde kurulan diğer üniversitelerde de benzer hikayeler vardır. Adını ilk defa duyduğumuz üniversiteler, 2 tane varken aynı şehre açılan toplama üniversiteler vs. Şimdilerde bu üniversiteleri kalkındırmak için köklü üniversitelerin bölümleriyle eşliyorlar, ne kadar içler acısı. Ya da tıp fakültesinde profesörü olmayan üniversite haberleri okuyoruz. İşte bütün bu teferruattan kurtulmak için üniversiteleri kendi içlerinde rekabete sokacağız. 10-15 yıl içinde 1. maddedeki akademik makale sayısı altta kalan üniversite diğerine bağlanacak. 5 yıllık dönemlerde makale sayısı geride kalan rektör koltuğuna veda edecek. Şimdilerde atıp tutan -atama- rektörlerin hepsi akademisyenlerine ne kadar hakim olabildiklerini, onlara ne kadar çalışma imkanı sağladıklarını, "dünyada ilk 100'e sokacağım" iddialarının ne kadar gerçekçi olduğunu da gösterme fırsatı doğacaktır. Tabi burada daha eski ve köklü üniversitelerin fakülte ve akademisyen sayısıyla makale sayısında öne geçeceğini öngörebiliriz. Bunun yerine makale/akademisyen ya da makale/fakülte oranlarını rekabete sokmak daha adil olacaktır. 

3. Mühendislik Fakülteleri 6 Yıla Çıkarılacak

    Ülkemizde sanayinin en büyük sorunu kalifiye personel bulamama sorunudur. Bunu gerek staj deneyimlerimde gerek iş tecrübelerimde yaşadım. İşin içinde kaşarlanmış eskilerin stajyerlere ya da yeni mezunlara "Bunu nasıl bilmezsin. Okulda size ne öğretiyorlar" cümlelerini duyduk hep (sanki kendisi işe girdiğinde ilk günden hepsini biliyormuş gibi) Tabi bunun yanında akademik eğitimin de yıllar içinde gerilediğini de tespit ettim. Aynı fakülteden 10ar yıl arayla mezun olduğumuz 3 kişinin kimya bilgisi arasında uçurumlar vardı. İşveren, çalışanının tecrübeli olmasını ister çünkü tecrübesiz çalışana yaptığı yatırımın karşılığını almadan personelin gitmesini istemez. Öte yandan yeni mezunlar da işe girmeden tecrübelenemedikleri için sektörler 5 yıl üstü deneyimli iş ilanları ve 5 yıl deneyim kazansak da kendimizi kurtarabilsek diyen acemilerle dolu.

    İşin temel prensibi aslında tıp fakültelerinin uyguladığı sistemle aynı. 4 yıl sonunda üniversite hastanesinde yapılan 2 yıllık stajın aynısı fakat staj özel sektörde yapılacak. İşin fakülte, sektör ve öğrenci  ve devlet ayağı var. Fakülteler ders programlarını "staja çıkmaya uygundur" şeklinde ayarlayacak ve uygun derslerini veren öğrencileri staj programına alacak. İşverenler istedikleri bölümlere kontenjan açacaklar. Öğrenciler kontenjanlara başvuracaklar ve devlet de bu 2 yıl asgari ücrette maaşları ödeyecek. İşin kesin şartı ise her işveren sadece kendi şehrindeki üniversiteden öğrenci talep edebilecek. Olayın daha anlaşılabilir olmasını sağlamak açısından bir örnekle açıklayayım: Evyap Kimya, İTÜ Kimya Mühendisliği'ne 3 kontenjan açtı diyelim. 1 üretim mühendisi, 1 ar-ge laboratuvarı 1 kalite kontrol. Staja başlayacak öğrenciler fakültede açıklanan listeye başvuracaklar. Doğal olarak Evyap gibi güçlü bir firma 3,5-4 puan ortalamasındaki öğrencileri tercih edecektir. Böylece üniversitede puan ortalaması akademik kariyer haricinde de önem kazanacaktır. Eczacıbaşı, P&G, Filli Boya gibi güçlü firmalar İTÜ, Boğaziçi, Marmara'da 3-4 puan ortalamalı öğrencilere 1 yıl ücret ödemeden çalıştıracak ve işi öğretecektir. Tabi puan ortalaması daha düşük olan öğrenciler de kendilerini kabul eden daha küçük firmalarda, KOBİlerde staj yapma imkanı bulacaklardır. Ertesi sene -yani 6. sınıfta- farklı sektörde deneyim elde etmek isteyenler olabilir, mesela ilk sene boya tercih eden bir öğrenci ikinci sene ilaç tercih edebilir. Böylece birden fazla sektörü tanıma ve öğrenme fırsatı doğacaktır. Sistem oturduktan birkaç sene sonra ise sektörün tercihlerinden çok öğrencilerin tercihleri belirleyici olacaktır. Şöyle ki, 3-4 sene sonra, Eczacıbaşı, her sene aldığı 4 İTÜ stajyerinden kaç tanesini mezun olduktan sonra işe aldı, ne kadar maaşla başlattı vs. gibi bilgiler sayesinde 3,5-4 puan ortalamasındaki öğrenciler tarafından değil de 3-3,5 ya da 2,5-3 ortalamadaki öğrenciler tarafından başvurulur hale gelecektir. Böylece sektörün de stajyerleri memnun etme, mezunlara değer verme gibi rekabetleri olacaktır. Bunun yanında stajyere ekstradan maaş ödeyerek personel yetiştirip mezun olunca da sözleşme imzalamayı düşünen firmalar da devlerin arasından kontenjan kapma fırsatı yaratabilir. Tabi yukarıda bahsettiğim "her firma kendi şehrindeki üniversiteden stajyer alabilir" kuralı mutlak şart olarak uygulanacaktır. Böylece Çorum Hitit Üniversitesi Kimya Mühendisliği'ne her sene 10 staj kontenjanı gelirse bu durumda o fakülte tercih edilmeyeceği için belirli bir süre sonra kapanacaktır.  Ayrıca İTÜ'de ODTÜ'de okumanın da farkı ortaya çıkacaktır. Tabi bunu bir gecede cumhurbaşkanının isteğiyle kontenjanların 150'den 200'e çıkmadığı; kontenjanlara sektörle irtibat halinde olan bölüm başkanlığı- dekanlık ve rektörlüğün karar verdiğini kabulüyle söylüyorum. Orta vadede, Türkiye'de hangi sektörlerin ne kadar personel yatırımı yapacağı, personel ihtiyaçlarının ne olduğu, bu ihtiyaca yönelik hangi fakültelerde ne kadar kontenjan olacağının planlaması çok net belli olur. Gereksiz fakülteler de kolaylıkla tasfiye edilir.

    Kimya mühendisi çıkışlı olduğum için kendi yaşadığım deneyimlerden bu örnekleri verdim. Bu örnekleri makine, uçak, mekatronik gibi mühendislikleri için de genişletmek mümkün. Ayrıca Fen-Edebiyat, Hukuk fakültelerinde de uygulanabilirliğini tartışmak lazım. Yine, bu tasarı devlet üniversitelerini kapsayarak düşündüm. Özel üniversitelerde bu sistemin nasıl işletileceğini ayrıca tartışmak gerek. Ayrıca, şehrinde fakültesi kapanan işletmenin rekabete girdiği diğer şehirlerdeki işletmelere karşı dezavantajlı duruma düşmemesi için barınma ve ulaşım şartları sağlandığı sürece hami üniversiteden kontenjan talep edebilecektir. Sonuçta kapatılan üniversiteler de yüksekokula dönüştürüleceği için hali hazırda yurt vb. imkanlar hala olacaktır.

    Evet, bahsettiğim çözümler 3 ana başlıkta bu şekilde. Akademisyenleri uluslararası rekabete, üniversiteleri, öğrencileri ve sektörleri kendi içlerinde rekabete sokarak devletin gözetimi ve desteğiyle akademik kalkınmayı sağlamanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi, bu en azından benim bulduğum bir çözüm ve tartışmaya açık. Ama yine dediğim gibi çözüm adına masaya konup üzerine kafa patlatılabilecek bir öneri. 

    Bunların yanında 4. madde olarak da ekleyebileceğim bir madde daha var ki o da işveren-işçi arasında süreli sözleşmeye dönülmesi. Yukarıda da bahsettiğim üzere işveren yeni mezun personeli yetiştirip faydalanamadan elinden kaçırmak istemediği için bu istihdamdan kaçınıyor. Bunun yanında yeni mezunlar da iş bulmakta zorlandıkları için de tecrübe kazanamıyorlar. Özel sektörde iş değiştirirken istifa mekanizması devreye girdiği için birikmiş primi almak gibi bir durum da söz konusu olamıyor. O yüzden, futboldaki sisteme benzer şekilde 2 yıllık, 3 yıllık hatta olursa 5 yıllık kontratlarla çalışma sistemine dönülebilir. Mesela KOBİ ölçeğinde bir gıda takviye firması ya da biyokimya firması yeni mezun bir çalışanda istikbal görüp 3 senelik sözleşme imzalar. 3 sene boyunca maaşını vereceğini taahhüt eder. Eğer daha büyük ve güçlü firma -mesela Abdi İbrahim-  bu personeli almak isterse bonservis ücreti gibi bir parayı -daha doğrusu küçük işletmenin o personel için yaptığı yatırımı karşılayarak- personeli transfer eder. Böylece küçük işletmeler personelden aldığı katma değerin haricinde piyasaya personel yetiştirerek de para kazanabilir. Ayrıca belirli bir tecrübeden sonra piyasaya personel yetiştiren firma olarak da tercih edilebilirlik sağlayabilir, hatta köklü firmaların altyapısı şeklinde bile pozisyon yaratabilir. Çalışan için ise 2-3 yıl işten çıkarılma tehdidi olmadan rahat çalışma imkanı sağlanabilir. Köklü firmalar içinse yetişmiş personeli hazır bulma gibi bir imkan doğar. Burada ilk akla gelen, 3 yıl kovulma tehdidi olmadan personelin kendini geliştirmeyeceği ya da verimli çalışmayacağı fikri biraz düşününce süreli sözleşmenin devam etmeme ihtimali ya da daha köklü firmanın kendisini tercih etmemesi durumlardan dolayı boşa çıkacaktır. 

    Bütün bu öneriler rekabete dayalı ve kulağa fazla liberal (ekonomik) ya da kapitalist gelebilir. Ancak sistem zaten bunun üzerine kurulu. Ben sistemi ihtiyaçlara göre revize ettim. Ve mümkün olduğunca adil olduğuna inandığım bir düzen oluşturdum. Yine de "Şurada işleyiş öyle değil" ya da "Şu detayı gözden kaçırmışsın" dediğiniz fikirleriniz varsa üzerinde tartışıp çözümler üretebiliriz.