26 Ekim 2020 Pazartesi

İkinci "Ananı da al git" Vakası

 Cumhurbaşkanı Erdoğan Malatya'da toplu açılış töreni yapmış. Geçenlerde de Gaziantep'te benzeri bir etkinlik yapmış, açılmış olan fabrikaları bir daha açmışlardı. Artık kimse Erdoğan'ın ne yaptığıyla ne söylediğiyle ilgilenmiyor ama ülkenin cumhurbaşkanı olması sıfatıyla yaptığı-söylediği de haber oluyor haliyle. Akşam Twitter'a düşen görüntüde minibüs esnafı kendisine "Eve ekmek götüremez hale geldik" derken Erdoğan buna "Bu bana biraz abartı geldi" diye yanıt veriyor. Ardından da insanlara "Al keyif çayı, içersin" diyerek çay dağıtıyor.

13 Şubat tarihli "Milletin Adamı(!) Reis" başlıklı yazımı yazdığım zaman daha pandemi süreci başlamamış, ekonomi daha da kötüye gitmemişti. O zamanlar "açlık intihar"ları oluyordu ve yazıyı Ak Parti grup toplantısında bir vatandaşın "işsizim, açım" çıkışının üzerine Tayyip Erdoğan'ın verdiği/vermediği tepkiler üzerine yazmıştım. Yazıya buradan erişebilirsiniz.

O zaman Erdoğan'ın ekonomik sıkıntıların farkında olduğunu, bunun tepkileri için damadı öne sürdüğünü, kendisininse daha kurtarıcı ve ulaşılmaz role büründüğünü yazmıştım. Ekonomi kötüleştikçe Erdoğan'ın daha da kabuğuna çekilerek sertleşeceğini ve bu kabuğa çekilme arttıkça da kendisine inananların sayısının azalacağını tahmin etmiştim. Özel seçilmiş "vatandaş"larla hasbihal sahneleri görebileceğimizi yine de bilindik Erdoğan çıkışlarıyla bir "Ananı da al git" vakası yaşayabileceğimizi öngörmüştüm. Süreç farklı ilerledi ama bu tahminim doğru çıktı.



"Süreç farklı ilerledi"den kastım şu. Pandemi süreci yaşadık ve artık dünya eski dünya değil. Davranışlarımız, ilişkilerimiz, kısaca hayatımız değişti. Bunun yanında ekonomik kriz daha da derinleşti. Euro ve dolar uçtu gitti. Diğer yazıda belirttiğim "Erdoğan ekonomik sıkıntıların farkında ama tepkileri kendi göğüslemiyor" tezim ise artık taca çıktı çünkü son olarak "Damat" Berat Albayrak'ın "Dolarla mı borcunuz var? Maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz?" ve "Ben dolara hiç bakmıyorum" çıkışları gösterdi ki inkar artık tepeden tırnağa bir hükümet politikası oldu. Pandeminin başında sabır teskin edilirken artık "nankörlük" suçlamasına geçişler başladı. Şöyle kabaca hatırlarsak; birkaç ay içinde altın varaklı muslukların önünde aşure tarifinden "çanta" demenin yasaklandığı söylentilerine, geçen hafta yapılan cumhurbaşkanı maaş zammından saray masraflarına kadar kar toplayarak biriken bir çığ vardı. Bu çığ diğer yazıda da belirttiğim üzere "Bunlar kapanmışlar saraylarına dünyadan haberleri yok" düşüncesiydi ki Erdoğan'ın bu hareketiyle üzerine tüy de dikilmiş oldu.

Erdoğan açısından süreci baktığımız zaman; pandemi sürecinde yaşının ve geçirdiği rahatsızlıkların riskiyle COVID'e yakalanmaması için özel ihtimamla korundu. Hatta Özgür Özel'in saçma sapan bir şekilde yaptığı "davetiye yırtma" çıkışından da öğrendik ki Erdoğan'ın katıldığı herhangi bir toplantının misafirlerinin hepsine COVID testi zorunlu tutuluyordu. Hal böyleyken Erdoğan'ın yeni yaratılan "ulaşılmaz lider" imajına uygun olarak halk ile teması neredeyse kesilmiş oldu. Fakat ekonomi gittikçe kötüleşirken ve kendisine inananların sayısı günden güne azalırken, Erdoğan çareyi bildiği en iyi işi yapmakta, mitingler yaparak halk ile temas kurmakta buldu. 
Tabi bunda Meral Akşener'in aynı tabana oynayarak sokak sokak gezmesinin de etkisi vardır. Özetle, "bir yere gitmeyin, ben buradayım, bana güvenin" mesajı vermekti bu. İlki Giresun'daki sel felaketinin ardından yapılan bu mitingler Gaziantep ve Malatya ile devam etti. Giresun'da Erdoğan'ın söylediklerinden çok selzedeleri sosyal mesafe olmaksızın miting alanına toplayıp bir de çay fırlatma görüntüleri konuşuldu. Gaziantep'te toplu açılıştaki 300 fabrika sayısının inandırıcılığı ve aslında zaten açık olan işletmelerin toplu açılışa dahil edilmesi tartışıldı. İki yerde de Erdoğan'ın ne söylediğinden çok bunlar gündeme gelmişti. Son olarak da çekirge son sıçrayışında duvara tosladı. Yine Erdoğan'ın ne dediğinin haber değeri taşımadığı bir "açılış" mitinginden sonra "halk ile dertleşme" ihtiyacı hissedildi. "Eve ekmek götüremiyoruz" sözüne tipik Erdoğan refleksiyle "nankörlük suçlaması" temalı "Bu bana abartı geldi" cevabı verildi. Kontrolü öyle kaybetmiş ki "Zor zamanlardan geçtiğinizi biliyorum ama biraz daha sabır" sözü sonradan eklenmedi bile. 

Bundan sonrası yokuş aşağı. Artık 88 bin TL maaş alan, altın musluklu sarayın masraflarını halka ödeten, yaşanılan ekonomik zorluları ise görmezden gelen Erdoğan iyice sorgulanacaktır. Ağırdır'ın bahsettiği "buzul kütlesi halinde" kopuşta bugün milat olarak adlandırılacaktır. Bakalım bu imajı toparlamak için "eyvah" deyip başından aşağı kaynar su dökülen hangi danışmanlar nasıl PR çalışmaları yapacaklar. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, laf ağızdan, ok yaydan çıktı bir kere. Ayasofya'yı kapatıp tekrar açamayacaklarına göre, bundan sonrasını toparlamaları pek mümkün değil.


13

7 Eylül 2020 Pazartesi

Umutlar Yeşerir Mi?

 Muharrem İnce "Hareket" başlattığı haberi düşünce siyasi analiz yazısı yazacaktım. Hatta başladım da ama kafamdaki taslak bile o kadar uzun oldu ki yazmamaya karar verdim. Aslında vazgeçişimin asıl sebebi umutsuzluktu. Bugünse bu yazıyı yazmama neden olan şey umudun tekrar yeşermesi...

29 Ağustos'ta Yunanistan'la olan gerginliğin aslında çözülmek istenmediğine, çözümünün ise çok basit olduğuna dair bir yazı yazmıştım. Buraya bırakıyorum, okumadıysanız okuyunuz. Bugün tam da bu çözüm önerimin laboratuvar ölçeğinde gerçekleştiğini gördüm ve yazıyı yazmaya karar verdim.

Umutsuzuz, çünkü mevcut düzenin doğru gitmediğini gören milyonlarca insan var. Bu insanlardan mevcut iktidara oy verenler vazgeçtikleri anda yüzlerini dönecekleri yer bakarken, iktidara oy vermeyenler ise muhalefet partilerine kızgın. Kızgın çünkü işler bu kadar kötüye giderken "ayranımız dökülmesin" politikasına öfke duyuyorlar. Bağıra bağıra seçime gidiyoruz. Adı konulmamış ama propagandası yapılan bir seçim geliyor, Muharrem İnce 1000 günlük hedef koymuş önüne mesela, 2023'ü hedefliyor. Demiyor ki, "adam -ki böyle söylemeyi sever- erken seçim yaparsa ben 1000 günü yetiştiremem". Ötekiler? Ötekilerden biri kurultay yapıyor, tek adam. 10+ yıldır partinin başındasın zaten, bütün delegeleri bağlamışsın. Bari adaylık şartını gevşet. Gevşet ki, birden fazla adayla yarış. Çünkü oyunu almaya çalıştığın kitlenin tek baktığı yer sandık. Demokrasiyi sadece sandıkla eş görüyorlar. Yıllarca oy verdiği insana "tek adam" diyorsun ama sen tek başına seçime giriyorsun. Hem halk dalkavukluğu yapıp hem de nabzın şerbetini becerememek bu kadar olur. Akşener ise "erken seçim" diye her gördüğü mikrofona konuşuyor, seçim gezileri yapıyor. 70lerden kalma bu politikayla sokağa çıkma yasağı bandındakilerin gönlünü kazanırsınız ancak. Öbür taraf "Allah" dediği anda "Hani nerdesiniz" diye etrafına bakınacak, farkında değil. Küçük Enişte birkaç iddialı çıkış yaptı, sırtındaki bagajlara aldırış etmeden demeç üstüne demeç veriyor. Saadet'le video hazırlama yarışına girmişler. Yeni Tonton ise ortalarda yok. Sade suya tirit açıklamalar. HDP biraz kıpırdandı, Bodrum'da falan kendilerini anlatmaya çalıştılar ama bakalım kendilerini asıl anlatmaya ihtiyaçları olan yerlere gidebilecekler mi? Hasılı, kimse kendini ortaya atmıyor. İstiyor ki armut pişsin bunlar da yesin. Kimse meydana gelip, "Ortada bir enkaz var hadi gelin bir el atın" demiyor. Onlar demeyince oluşturdukları umutsuzluk o kadar büyüdü ki seçim anketlerinde kararsızlar en büyük 3. parti konumunda. Ak Parti-MHP eriyor ama muhalefet de eriyor. Benim gibi, "Böyle devam ederlerse oy vermeyeceğim" diyen milyonlar olduğuna eminim. Bu iddiamı Milletin Adamı (!) Reis yazımın sonunda da ifade etmiştim.

Peki bu kadar umutsuzluktan sonra ne oldu da bugün ben bu yazıyı yazacak umudu elde ettim. Sabah uyandığımda Ruşen Çakır'ın Selahattin Demirtaş ile mülakat yaptığını öğrendim. Ruşen Çakır'ın öğleden sonra bu mülakatla ilgili değerlendirmesinde söylediği gibi, birden fazla manşet olmasına rağmen en çarpıcı olanını seçmişler. Tam da benim Yunanistan Krizi'yle olan çözüm önerimi...



Selahattin Demirtaş geçtiğimiz haftalarda benim "İlkeler ittifakı" olarak isimlendireceğim bir dizi yöntem yayınladı T24 aracılığıyla. Aslında herkesin muhalefetten beklediğini, kimilerinin (Levent Gültekin) çözüm olarak da önerdiği yöntemi Demirtaş da öneri olarak sundu. Ruşen Çakır'ın yaptığı mülakatta bunları, yukarıda bahsettiğim HDP'nin çabalarını bulabilirsiniz. Ama beni en heyecanlandıran haftası dolmadan fikrimin uygulanmış olması oldu tabi ki. Bunun sonucu da anında geldi. Bugün Akşener'e bu soru sorulduğunda cevabının ne olacağı belliydi zaten. 

Önceki yazımda da bahsettiğim gibi, herkesin çözüm beklediği bir ortamda siz çözümü konuşmak adına adım atarsanız, "gelme" diyen çözümsüzlükten yana olur, yalnız kalır ve kaybeden tarafta olur. Bu fikrimin ispatını gerçekleştirdiği için Selahattin Demirtaş'a buradan teşekkürlerimi iletiyorum. Kendi yarattığı umut dalgalarının üzerinde yükselmeye devam edecektir.


29 Ağustos 2020 Cumartesi

Türkiye-Yunanistan Gerginliği

 Twitter'dan flood yapacağıma buradan yazayım da hiç değilse blogu tekrar ısıtmış olayım diye düşündüm. Önce haber linkini bırakayım: 

https://twitter.com/dokuz8haber/status/1299606695447080961?s=20 . 

Bu arada Dokuz8Haber twitterda geriye dönük vermiş olduğu haberlerin linklerine bağlantı yaparak haber verdiği için çağın gereksinimlerini karşılayan müthiş bir sosyal medya yönetimi yapıyor, kendilerini kutlarım.


Türkiye bir süredir Yunanistan'la Akdeniz'deki ekonomik bölge nedeniyle gerginlik yaşıyor. İki tarafında kendine göre tezleri var.

Fakat biliyoruz ki bu gerginliğin asıl sebebi dünyada milliyetçilik/ırkçılık yükseldiği için gerginliğe ve siyasetlerin en ucuzu olan düşman yaratma siyasetine ihtiyacı olan iki hükümetin karşılıklı horoz dövüşü. Kimse savaş çıkarmaya cesaret edemeyeceği gibi iki ülke de bu gerginlikten de zarar görüyor. Tek kazançları iç siyasette oy toplama çabaları.

Halbuki, özellikle 90'lardan sonra iki ülke arasında oluşan bütün gerginliklerin çözümü çok basit. "Ben bu gerginliği çözmek adına denizin diğer tarafına gidiyorum" dediğiniz anda işi masaya getirmiş oluyorsunuz ve masada da 1-0 önde başlıyorsunuz. Çünkü karşı tarafın "Hayır gelemezsin" deme gibi bir şansı yok. Bunu dediği anda savaş arayan devlet konumuna geçer ve dünyada yalnızlaşır.

Tabi masaya oturmanın da belli kural ve kaideleri vardır. Masa karşılıklı tavizler verme yeridir. Kazancının ve kaybının muhasebesinin yapılacağı yerdir. Masa, karşı tarafı ikna etme/edebilme yeridir. Dönüp masanın şartlarını halkına anlatabilmen gerekir. Hangi taraf masada "kaybettiğini" düşünüyorsa bir sonraki masa kurulana kadar gerginlik çıkaracaktır. O yüzden de karşılıklı tavizler verilir ki gerginlik çıkmasın. Çünkü gerginlik çıkması demek tekrar milliyetçiliğin ve ırkçılığın yükselmesi demektir.

Türkiye tezlerinde haklı olsa bile bu gerginlikte Trump'ın şahsi ve Libya'da iki başlı hükümetten birinin desteğini saymazsak yalnız kaldı. Haklı olmak kazanmak için yetmiyor ve diplomaside yalnız kaldığınız anda kazanma şansınız neredeyse yok.

Eğer biz bu yalnız kurt olarak takılmaya devam etmek istiyorsak yapmamız gereken oyunu değiştirmek olacaktır. Bir çözüm planı hazırlayıp Erdoğan'ın "Ben bu sorunu çözmek adına Yunanistan'a gidiyorum" demesi işi masaya getirecektir ve bu gerginliği kullanan Fransa vb. ülkeleri oyun dışında bırakacaktır. Madem ki Yunanistan'ın diğer devletlerin gazıyla bize horozlandığını düşünüyoruz (Erdoğan Ahlat Sarayı'nın açılışında buna benzer cümleler kurdu) o halde o gaz veren ülkeleri önce devre dışı bırakmak gerekir. 

Tabi bunun için önce yukarıda bahsettiğim gibi masaya oturmaya karar vermeniz gerekir. Karşı tarafı ikna edecek iki tarafın da tavizler vereceği bir anlaşma sunmak gerekir. Hatta iki tarafında bunu halkına nasıl anlatacağı üzerine çalışmak gerekir. Ama hepsinden önce masaya oturmayı istemek gerekir. Erdoğan bunu istiyor mu? Hiç sanmıyorum.

Bu gerginliğin sonunda savaş çıkacağını sanmıyorum. İki taraf da "karşı taraf kazayla bizi vursun da dünya kamuoyunda haklı konuma geçeyim" diye horozlanıyor. Tabi uzun vadede bazı planları var ancak Türkiye'nin bu yalnızlıkla uzun vadede alacağı kayıp masada alacağı kayıptan fazla olacaktır.



6 Haziran 2020 Cumartesi

Adalet: Zaman mı Etik mi?

Evde tek başına kalıp da sohbet edecek kimse olmayınca beyin de kendi kendine sohbet etmeye başlıyor. Öyle ki uykuya dalmam 2 saati falan bulmaya başladı. Hem kafamı boşaltmak için hem de okuyanları da aynı fikir çatışmalarına davet etmek için aklımdakileri yazayım dedim.

Malum son günlerde Amerika halkı isyanda. Bana kalırsa iş ırkçılık meselesi olmaktan çıktı. "Özgürlükler ülkesi" Amerika'da halkın virüsten dolayı günlerce evde tıkılı kalması ve aynı dönemde patlayan işsizlik bunalan kitleleri ırkçılık cinayetiyle sokaklara döktü. Ama görüntülere bakınca farklı bir öfkenin varlığını fark ettim. Bazı eyaletlerde polis eylemcilerin yanında yer alırken devletçi politikayla hareket eden eyaletlerde ise öfke vandalizme evrildi. Benim fark ettiğim öfke ise gençlerin çaresizliğe olan isyanı. Birkaç ay sonra ABD'de seçimler olacak ve Trump mutlak favori. Günlerdir süren eylemlerde herhangi bir muhalif aday ya da yetkilinin açıklaması gözüme çarpmadı. Yani kendilerini South Park'ta "Douche-bag" (ahmak) olarak nitelendirdikleri birinin yönetmesini istemiyorlar ama muhalefetin de karşılarına bir çözümle gelmemesine isyan ediyorlar. Evde tıkılı kalmak, artan işsizlik, siyasi çaresizliğin üstüne işlenen ırkçı polis cinayeti ve devletin hatasını kabul etmek yerine yağ gibi suyun üstüne çıkması... İşte bütün bunlar olayları vandalizme kadar getirdi. Tıpkı 7 sene önce yaşadıklarımız gibi. Aslında toplamda 18 yaklaşık 10 yıldır yaşadıklarımızı yaşıyor Amerika. 7 yıl önce Gezi'de "meselenin 3-5 ağaç olmaması" gibi artık Amerika'da da mesele sadece devletin ırkçılık cinayeti değil. 21. yüzyıl gençleri kendilerini Trump-Erdoğan-Putin-Esad-Johnson gibi demokrasiden nasibini almamış insanların yönetmesini istemiyor. Yakın zamanda Britanya'da da benzer protestolar göreceğimizi tahmin ediyorum. Olayın bu kısmının devamını başka bir yazıya bırakıp asıl aklımdakilere geleyim.

Gündemde ne var diye twittera bakıyordum. Bir gencin balkonunda Kürtçe müzik dinliyor diye komşuları tarafından aşağı çağrılıp bıçaklanarak öldürüldüğü ülkede Amerika'daki olaylar için ırkçılık karşıtı twitler atıldığı komik bir ülkede yaşıyoruz aslında. Cem Toker olaylarla ilgili neler yazmış diye bakınca şu twitini gördüm o da beni fikir çatışmasına soktu. 

21. yüzyıl Türkiye'sinde gayrı müslimlerin kamuda çalışamıyor olmasının kabul edilebilir bir tarafı yok. Bu düpedüz devlet ırkçılığıdır. Orası kesin. Bunu düşünürken birden bir gayrı-müslimi dava ettiğimi ve hakimin de gayrı-müslim olduğunu düşündüm ve ne yaparım diye kendi kendime sordum. (gayri-müslim lafı da çok saçma geliyor, Ermeni desem yine garip. Politik doğruculuğa takılmadan direk aklımdakileri yazmak daha rahat olacak galiba) Bir Ermeni'yi dava ettiğimi ve hakimin de Ermeni olduğunu hayal ettim. Benim Ermenilerle problemim yok, davamda da haklı olduğumu düşünüyorum ama aklıma gelen ilk soru "ya hakim kendi cemaatinden birisi var diye taraflı karar verirse?" oldu. Bunu düşünmek ırkçılığa girer mi? Bilmiyorum.

Aklıma gelen bu sorunun ardından hemen şunu düşündüm. Ya bu örnek Ermenilik gibi bir ırk bazlı bir durum değil de Yahudilik gibi din bazlı olsaydı. O zaman soru ırk ayrımcılığından din ayrımcılığına evriliyor. Benim Yahudilerle de sorunum yok, sadece davamın doğru görülmesini istiyorum. Soru bu sefer başka bir yere evrildi kafamda. Ya dava ettiğim kişi başörtülü bir kadın olsa ve hakim de başörtülü olsa? İslamofobi mi? Hiç sanmıyorum. "Sen nasıl müslümanları böyle bir şeyle suçlarsın" diye itiraz sesleri yükseldi bi an kulaklarımda. İyi de Ermeni'yi ya da Yahudi'yi de aynı şeyle suçlamıyor muyuz? 
Bi an utandım "ya taraflı karar verirse" sorusundan. Bana bu soruyu sorduran ne ola ki?

Bana bu soruyu sordurtan ya da bu sorgulamayı yaptırtan ne? Biliyorum ki hakimi reddetme hakkım var. Karara itiraz etme hatta bunu AİHM'e kadar götürme hakkım da var. Yine de içime düşen kurt beni kemiriyor. "Bir Ermeni'ye açtığım davada hakim de Ermeni olup taraflı karar verebilir diye önalıp reddi hakim başvurusu yapmak etik midir?" Bu cümleyle kendi ahlak değerlerimi sorgularken öte taraftan hakimin ahlak değerlerini de yargılıyorum. Bir dilemmanın ortasında mıyım? Hakimin etik değerlerinin yetersiz olabileceğini öngörüp varlığına itiraz etmek ahlak yetersizliği değil midir? Öyle ya da böyle adil yargılanmaya gölge düşürmüş olmaz mıyım? Peki bu yola beni sevk eden ne? 

Ülkemizde bir laf var: "Mahkemede sürüm sürüm sürünmek" Mahkemeleri adaletin sağlandığı yerler olmaktan çıkarıp gündelik hayatı engelleyen yerler haline sokan bir laf. İyi de bu laf durduk yere çıkmadı ya, mahkemeler öyle olmasa bu laf da çıkmazdı. Beni redd-i hakim düşüncesine iten, aslında mahkeme işlerinin uzamasını istememek. İtiraz yolları var, hakim yanlış karar verse üst mahkeme, o da olmasa AİHM var ama bizim toplumumuzda mahkeme sürünülen bir yer. Bir davanın sonuçlanması yıllar alıyor. Mahkemenin tarafları davanın nedenini unutuyorlar ama mahkeme hala devam ediyor. (Bununla ilgili Kemal Sunal'ın Davacı filmini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. 40 yıldır ülkede değişen hiçbir şey yok) Üst mahkemelere itirazla muhakeme sürecinin uzamaması için redd-i hakim talebi şimdi kabul edilebilir mi? Yani zaman mı ahlak mı ikilemi. Sonuçta gecikmiş adalet, adalet değildir.

Bu manevi varlıklardan hangisi daha değerli? Kusursuz bir adalet mi, adaletin gecikmemesi mi yoksa bütün bunların etik değerler içerisinde gerçekleşmesi mi?

Bugünlerde ülkemizde yargıya güvenilmemesinin en büyük sebebi bu soruda gizli aslında. Mahkemeler yıllarca sürüyor ve adalet gecikiyor. Üstelik kararı veren yargıçların da olaya tarafsız baktığıyla ilgili çok büyük şüpheler var. Yargıçların bireysel tarafsızlıkları bir tarafa bir de üzerlerine inanılmaz bir siyasi baskı yapılıyor. AİHM'e bireysel başvuru yolu Erdoğan zamanında açılmış olsa da ülkemiz bu başvurularda her sene rekorlar kırıyor. Anayasa Mahkemesi Eski Bşk. Haşim Kılıç emeklilik konuşmasında sarfettiği şu cümle yargıçların davalara ne kadar tarafsız baktıklarının adeta göstergesi.
HSK'nu belirleyen hükümetin davalarda sonuçlar istediği gibi çıkmadığında hakimler ve savcılar hakkında açtığı soruşturmalar ise siyasi baskının ne kadar fazla olduğunu gösteriyor. Türkiye'de adalet sistemi o kadar kötü ki, varmış gibi yapıp herhangi bir reform ile bu sistemi düzeltmek hayalcilikten öte olmaz. Bu adalet sisteminin tamamen yıkılıp baştan oluşturulması gerekiyor.

Biz tekrar kafamdaki çatışmaya geri dönecek olursak; "Ya taraflı karar verirse" sorusu sanırım insani bir soru. Bu herhangi bir ayrımcılığı işaret eden bir soru değil. Ve üzerine düşündükçe -fark ettiğim kadarıyla- redd-i hakim başvurusu bu işin kırmızı çizgisinin başladığı yer oluyor. Yani benim için taraflı olacağını düşünerek bir hakimi bulunduğu mahalleden dolayı reddetmek hem ayrımcılık hem de adalete müdahale içeriyor ve yukarıda bahsettiğim 3 değerden benim önceliğim etik kavramı oluyor. Tabi bu etik davranışların hakimler tarafından da uygulanması adalete olan güveni arttıracaktır. Hem yukarıda bahsetmiş olduğum örnekler hem de toplumun iyice kabileler halinde yaşamaya evrilip kendi mahallesini koruma içgüdüsüyle davranması bu etik anlayışının gittikçe zedelenmesine yol açıyor. Bunun için de eğitimde küçük yaşlardan itibaren etik ve adalet kavramlarının çok daha önemle işlenmesi gerekli.

Bahsettiğim ikilemin mutlak doğrusu var mıdır, bilemiyorum. Belki sizin için zaman ya da adalet kavramları çok daha önceliklidir. Ya da hakimi reddetmenin ayrımcılık olmadığını da düşünüyor olabilirsiniz. Bu konuda fikirleriniz paylaşmanızı rica edeceğim. Bakalım farklı düşündüklerimiz ile daha farklı çatışmalar çıkacak mı?