28 Temmuz 2013 Pazar

Aklıma Takılanlar- Kredi Kartı

Başbakanın, faiz lobisi-gezi- bankalar üçgeninden kurtulamamasının bir yansıması daha geldi geçen hafta:"Kredi kartı kullanmayın." 
Başbakan'ın eşbaşkanı olduğu Büyük Ortadoğu Projesi'nin senaristlerinin bizzat faiz lobisinin ağa babaları olduğu, Başbakan'ın "oyunu bozacağız" derken aslında bizi oyunun hasosuna sürüklediği gerçeğini kenara bırakırsak, sanırım faizciliğe savaş açmasına bakılırsa çıkardığı milli görüş gömleğinin düğmelerini yeni gömleğine diktiğini söyleyebiliriz.

Konuşmasında; bankaların faiz şöyle dursun sadece hizmet bedelleriyle bile zengin olduklarını, bu paraları fakir fukaradan aldıklarını, milletin kredi kartını matah bir şey sanıp ayağını yorganına göre uzatmadığı için bankalara borçlanarak onları zengin ettiğini söylüyor.  

Peki Başbakan Erdoğan ne kadar haklı? Bütün bu söylemlerini, Kasım 2002'de söylemiş olsaydı, "Bütün paranızı borsalara, bankalara yatırdığınız için battınız, artık maaşınızı dikkatli harcayın" deseydi belki haklı olurdu. Ancak 10 yıllık iktidarı boyunca, ülkedeki aşırı kredi kartı kullanımına ses çıkarmayıp hatta teşvik edip şimdi "hak ettiniz" demek abesle iştigal.


Şimdilerde AK Partililerin söylemleri hep "Ekonomimiz çok güzel, çok şahane. Bakın kişi başına düşen milli gelir şu kadar oldu.Bu bizim gelişmişliğimizi gösterir" şeklinde. Kişi başına düşen milli gelir elbette gelişmişliği gösterir ama tek başına yeterli değildir. Bir ülkenin gelişmişliği, ölü doğum oranı, eğitim seviyesi, okur-yazarlık oranı gibi verilerle ölçülür. Daha doğrusu, yarışmak için hedef koyduğumuz devletler kendi içlerinde bu verileri yarıştırıyorlar. Kişi başına düşen milli gelire gelince, adından da belli olacağı gibi, bütün geliri ülke nufusuna bölerek elde edilen bir veridir. Bu durumda asgari ücretle çalışan bir kişinin, kişi başına düşen milli gelirin 10 bin dolara çıkmasında gururlanacak ya da sevinecek bir şeyi olmaması gerekli. Çünkü "Elime geçmeyen para kimin cebinde?" diye sorması gerekir. Öyle ya, benim cebime giren para 1000TL iken aradaki yaklaşık 9500 Doları kim kazanıyor? İşte yaklaşık 10 senedir duyduğumuz, "zenginler daha zengin oldu, fakirler daha fakir" mottosu burada karşımıza çıkıyor.




Peki bu zenginler kim ya da soruyu tersten soralım bu zenginleri kim zengin etti? 2002 zamanlarında ülkedeki dolar milyoneri sayısı 30 bin civarındaydı. Şimdilerde ise bu sayı 280 bin civarında. 10 yılda bunların en iyi ihtimalle 10 tanesinin milli piyango talihlisi olduğunu düşünürsek, hiçbir asgari ücretlinin dolar milyoneri olma rüyası olmadığı gibi şansı da yok. Bu durumda, zenginlerin daha zengin olduğu söylemi gerçeğe kavuşuyor.


2011 tarihli bir haber
Tekrar başa dönelim peki, kim bu dolar milyonerleri? Başbakan'ın faiz lobisi olarak suçladıkları mı? Bu milyonerlerin hepsi faiz lobisiyse, bunların, AK Parti iktidarı zamanında palazlandığı ortada. Yok eğer hepsi faiz lobisi değilse geri kalanları kimler? Ya da soruyu başka açıdan soralım: Eğer faiz lobisi artık para kazanamadığı için olay çıkartıyorsa bu 273 bin milyoner kim ya da bu kadar milyoner varken faiz lobisinin gücü nereden geliyor? Sonuç olarak insanın aklına, 'kim ulan bu pezevenkler' diyesi geliyor?






 "Fakirler daha fakirleşti." 


"Kredi kartları neden bu kadar yaygınlaştı?" sorusu bizim çıkış noktamız olmalı. Öyle ya herkesin cebinde en az 2 tane kredi kartı olduğuna göre bu değirmenin suyu nereden geliyor. 

Kayıt dışı ile mücadele için hükümetlerin en fazla önem verdikleri günlük alışverişlerdi. Bu sebeple de alınan herhangi bir üründen ya da hizmetten fiş/fatura alınarak, hem satış yapanın KDV'yi ödemesini sağlıyordu, bunun için de teşvik olarak fiş toplayanlara yaptıkları KDV'nin belli bir oranını iade ediyordu. Hatta "fiş almazsak kaça olur?" gibi "vergiyi aramızda kırışalım hafız" cümleleri kuruluyordu. AKP iktidara geldiğinde bu -garip- uygulamayı kaldırarak onun yerine kredi kartı kullanımını teşvik etti. Böylece kredi/banka kartı ile çekim yapıldığında, satış yapan yer mecburen kasa fişi kesmek zorunda. İşte bu yüzden, kredi/banka kartı sayısında astronomik bir artış oldu. Bir de buna bankaların 10 kuruşu 2 tane 5 kuruşluk yaptığını bile haber verdikleri TC Merkez Bankası, hükümet politikasını teşvik ederek bir sınırlandırma getirmeyince kredi kartı kullanımı sayısı aldı yürüdü. 

Öğrenci olduğum için, arkadaşlarla otururken konu dönüp dolaşıp her seferinde para mevzusuna geliyor ve bir süre sonra herkes bankalara olan kredi kartı borcunu yarıştırmaya başlıyor. Cüzdanlardaki kredi kartı sayısı ise ortalama 2-3. (Merkez Bankası'nın geliri olmayan öğrencilere kredi kartı verilmesini bu kadar serbest bırakması ise ayrı bir konu.) Samimi olanlar ailelerinin ya da akrabalarının, banka borçlarını ödemek için paralara takla attırma faaliyetlerini anlatıyor. Maaşları katlayan kredi kartı limitleri, maaşlarla limitleri ödeyip daha sonra parasız kalınca daha fazla faizle kredi kartlarından çekilen nakit paralar. Ya da limiti uygun bir kredi kartıyla alınan 12 taksitli cep telefonlarını 15 gün sonra alınan yere yarı fiyatına satarak günü gelen kredi kartının borcunu ödemeler falan. Bunların hepsi sokağa çıktığımızda, akrabamızda, komşumuzda, çevremizde tanık olduğumuz olaylar.

Evet doğru, kredi kartını bilinçli bir şekilde kullanmıyoruz. Alışveriş yaparken de nakit para kullanılmadığı için, sanki o para ödenmeyecekmiş gibi hababam kredi kartından alışveriş yapıyoruz, hesabımızı bilmiyoruz. Tüketim çılgınlığının içine batmış bir şekilde, AVMleri tapınak, alışverişi de dini bir ritüel haline soktuk. Ancak bütün bunların sorumlusu "Alım gücümüz şu kadar arttı" ya da "Alın-verin, ekonomiye can verin" mavralarıyla halkı kandıran hükümet ve yandaşlarıdır. Çocuğunun dershane parasını ödeyemediği için intihar eden anneler, öğretmenlik ataması beklerken inşaatta çöken duvarın altında kalan Türkiye Şampiyonu milli atletler ise kimsenin umrunda değildir.

Başbakanın kredi kartlarıyla ilgili konuşması 2 noktaya işaret ediyor. Bunlardan biri, içten içe kredi kartlarının borçları için hükümetten düzenleme ya da af bekleneyen bilinçsiz mağdurların hevesleri kursaklarında kaldı, çünkü Başbakan "Almayın, kullanmayın kardeşim" deyip kestirip attı. Ancak şimdiye kadar borca batanlar için herhangi bir şey demedi ve demeyeceğini de belli etti. Diğer nokta ise, gelinen 10 yıl gösteriyor ki AKP iktidarının yurt içi ekonomi politikası çökmüştür. Çünkü milletinin kredi kartı borçlarını açıkça itiraf eden bir partinin ekonomi politikası yanlıştır ve eğer bu parti 10 yıldır iktidardaysa o ekonomi politikasının çöktüğü söylenebilir.    

9 Temmuz 2013 Salı

33 Kurşun Üzerine...

Sessiz sedasız çıktı Onurlu Şarkılar albümü. Ahmet Hakan'ın köşesinde haberini almıştım, Onur Akın'ın 25. sanat yılı için onun şarkılarını seslendirmiş sanatçı arkadaşları. Aslında sessiz sedasız dememin nedeni, tam da Gezi Parkı olaylarının patlak verdiği günlerde haberim oldu, o yüzden.

Müslüm Gürses'in Asi ve Mavi'yi okuması yine özletmiş bize BABAyı, rahmetle andırır olmuş tekrardan. Oykü Gürman-Rutkay Aziz düetindeki Ne Olur Bir Sabah, yine orjinalindeki gibi parlatsak 2 kadeh dedirtiyor. Yok yok albüm eleştirisi yapmayacağım şimdilik, sadece önemli noktaların altını çizdim. 

Çok sevdiğim Haluk Levent ise 33 Kurşun'u seçmiş. Onur Akın'dan dinledim mi hatırlamıyorum ama Haluk Abi söyleyince de daha bir kulak kabarttım sözlerine. "Vurulmuşum" diyordu "Kirvem hallarımı aynı böyle yaz" diyordu. Allah Allah dedim, bu sözler bir yerden tanıdık bana. Önce orjinalini açtım, Onur Akın'dan. Sonra hatırladım Fikret Kızılok'un insanın içini titreten "Kirvem" deyişini ve onun bestesi/yorumunu da öğrendiğim yeri.


Videonun en sonundaki güzel şarkı işte Fikret Kızılok'un "Vurulmuşum" şarkısı. Gitarın üzerinde dans eden parmakların çıkardığı sesler...Ve bu güzel seslere, o kadife sesin sahibine bu besteyi yaptıracak şiire gittim: Ahmed Arif-33 Kurşun

  
   Bu dağ Mengene dağıdır
   Tanyeri atanda Van'da 
   Bu dağ Nemrut yavrusudur 
   Tanyeri atanda Nemruda karşı 
   Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur     
   Bir yanın seccade Acem mülküdür 
   Doruklarda buzulların salkımı
   Firari guvercinler su başlarında 
   Ve karaca sürüsü, 
   Keklik takımı...
   
   Yiğitlik inkar gelinmez 
   Tek'e - tek doğüşte yenilmediler 
   Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
   Gel haberi nerden verek 
   Turna sürüsü değil bu 
   Gökte yıldız burcu değil 
   Otuzüç kurşunlu yürek 
   Otuzuç kan pınarı 
   Akmaz, 
   Göl olmuş bu dağda... 

   Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı 
   Sırtı alacakır 
   Karnı sütbeyaz
   Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı 
   Yüreği ağzında öyle zavallı 
   Tövbeye getirir insanı 
   Tenhaydı, tenhaydı vakitler 
   Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı
   
   Baktı otuzüçten biri 
   Karnında açlığın ağır boşluğu 
   Saç, sakal bir karış 
   Yakasında bit, 
   Baktı kolları vurulu, 
   Cehennem yurekli bir yiğit, 
   Bir garip tavşana, 
   Bir gerilere. 

   Düştü nazlı filintası aklına, 
   Yastığı altında küsmüş, 
   Düştü, Harran ovasından getirdiği tay 
   Perçemi mavi boncuklu, 
   Alnında akıtma 
   Üç topuğu ak, 
   Eşkini hovarda, kıvrak, 
   Doru, seglavi kısrağı. 
   Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

   Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı, 
   Böyle arkasında bir soğuk namlu 
   Bulunmayaydı, 
   Sığınabilirdi yuceltilere... 
   Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,      
   Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı, 
   Yanan cıgaranın külünü, 
   Güneşlerde çatal kıvılcımlanan 
   Engereğin dilini, 
   İlk atımda uçuran 
   Usta elleri... 

   Bu gözler, bir kere bile faka basmadı 
   Çığ bekleyen boğazların kıyametini 
   Karlı, yumuşacık hıyanetini 
   Uçurumların, 
   Önceden bilen gözleri... 
   Çaresiz
   Vurulacaktı, 
   Buyruk kesindi, 
   Gayrı gözlerini kör sürüngenler 
   Yüreğini leş kuşları yesindi...

   Vurulmuşum 
   Dağların kuytuluk bir boğazında 
   Vakitlerden bir sabah namazında 
   Yatarım         
   Kanlı, upuzun... 

   Vurulmuşum 
   Düşüm, gecelerden kara 
   Bir hayra yoranım çıkmaz 
   Canım alırlar ecelsiz 
   Sığdıramam kitaplara 
   Şifre buyurmuş bir paşa 
   Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız 

   Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki... 

   Ölüm buyruğunu uyguladılar, 
   Mavi dağ dumanını 
   ve uyur-uyanık seher yelini 
   Kanlara buladılar. 
   Sonra oracıkta tüfek çattılar 
   Koynumuzu usul-usul yoklayıp 
   Aradılar. 
   Didik-didik ettiler 
   Kirmanşah dokuması al kuşağımı 
   Tespihimi, tabakamı alıp gittiler 
   Hepsi de armağandı Acemelinden... 

   Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız 
   Karşıyaka köyleri, obalarıyla 
   Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, 
   Komşuyuz yaka yakaya 
   Birbirine karışır tavuklarımız 
   Bilmezlikten değil, 
   Fıkaralıktan 
   Pasaporta ısınmamış içimiz 
   Budur katlimize sebep suçumuz, 
   Gayrı eşkiyaya çıkar adımız 
   Kaçakçıya 
   Soyguncuya 
   Hayına... 

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki... 

   Vurun ulan, 
   Vurun, 
   Ben kolay ölmem. 
   Ocakta küllenmiş közüm, 
   Karnımda sözüm var 
   Haldan bilene. 
   Babam gözlerini verdi Urfa önünde 
   Üç de kardaşını 
   Üç nazlı selvi, 
   Ömrüne doymamış üç dağ parçası. 
   Burçlardan, tepelerden, minarelerden 
   Kirve, hısım, dağların çocukları 
   Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

   Bıyıkları yeni terlemiş daha 
   Benim küçük dayım Nazif 
   Yakışıklı, 
   Hafif,    
   İyi süvari 
   Vurun kardaş demiş
   Namus günüdür 
   Ve şaha kaldırmış atını. 

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki...  

Nedir Ahmed Arif'e bu şiiri yazdıran, çünkü bu bir şiir değil, bir ağıt bir tarih yazıyor burda. Küçük bir araştırma yaptıktan aslında çok da yabancı olmadığımız, her 50-60 yılda bir yaşadıklarımızmış meğerse.

2.Dünya Savaşı sırasında/sonrasında ülkedeki karneyle ekmek alımları, açlık, sefalet bugün de malumumuz. İnönü'nün ülkeyi savaşa sokmamasının bedeli bütün dünyada olduğu gibi millete de ağır olur. İyice artan açlık,fukaralık İran sınırında zaten var olan kaçakçılığı iyice arttırır. Milan aşiretinin kaçakçılık yaptığı ihbarı üzerine bölgeye giden jandarma, kaçakçıları kaçırdığını fark edince geri döner ve aşiretin Özalp'da yaşayan 40 akrabasını tutuklar. Mahkeme 5'i hariç diğerlerini salıverse de dönemin Doğu Komutanı Mustafa Muğlalı tarafından 33' ü kurşuna dizdirilir.

Mustafa Muğlalı' nın mahkeme edilmesi, Demokrat Parti-Halk Partisi çekişmesinde bu olayların siyasi çıkar sağlamak üzerine gündeme getirilme çabaları şöyle dursun, bilinen bir diğer gerçek var ki Milli Birlik Komitesi  ' nin üyelerinden biri olan Orhan Erkanlı'ya göre Mustafa Muğlalı' nın yaptığından İsmet İnönü'nün haberi vardı. Ve bir diğer bilinen ise Mustafa Muğlalı'nın bu emri keyfi verdiğini mahkemede itiraf etmesi. 

Tarihi, tarihçilere tartışmak üzere bırakalım ve günümüze dönelim. 2004 yılında Mustafa Muğlalı ismi Van'ın Özalp ilçesindeki sınır taburuna verildi. Askeri vesayeti bitirdiğiyle gururlanan AKP, çömez -kendilerine göre çıraklık- zamanında bu ismin verilmesine engel olamasa da daha sonra, öldürülenlerin torunlarının bu isme itiraz etmesi üzerine 2011'de kışlanın isminin değiştirilmesinde etkin rol aldığı söylenebilir. Ama benim aklıma takılan daha başka. Erdoğan'ın 60 yıl öncesinden referans göstererek CHP üzerinden siyaset yaparken, "tek parti diktatörlüğü","millete karneyle ekmek dağıttılar","iki ayyaş"dan biri İnönü dönemi üzerinden siyaset yaparken bizzat İnönü'nün durumuna düşmesi. Nasıl mı? İşte hala neden, nasıl, kimin emriyle yapıldığı belli olmayan Uludere-Ortasu(Roboski) ortada. Ve Erdoğan artık bazı soruları cevaplamak zorunda.

  1. Askeri vesayet gerçekten bitti mi?
  2. Uludere'nin faillerinin açıklanmamasının nedeni "Askeri Vesayet"in tam olarak bitememiş olması mı yoksa emri verenlerin ardında gerçekten hükümetten birileri de mi var?
  3. Uludere çözülmeden, çözüm sürecinin samimi olacağına inanmamız nasıl bekleniyor?
  4. Bir 60 yıl sonra yine kaçakçılık adı altında insan katline engel olacak bir devlet düzeni kurulmak gerçekten isteniyor mu?


Not:33 Kurşun'u iliklerine kadar hissederek bu şarkıyı yapan Cem Karaca'yı ise en sona sakladım.

     Not2: "Vurulmuşum" artık bizim için bir şey daha ifade ediyor: Ethem Sarısülük

19 Haziran 2013 Çarşamba

Gezi Parkı Projesi

Başbakan, 18 Haziran grup toplantısında eylemcilerin, yani bizlerin, projesinin olmadığını söyledi. Aslında doğru bir nokta, doğru bir tespit. Çünkü öyle ya da böyle Topçu Kışlası'na karşılık Gezi Parkı olduğu gibi kalsın bir çözüm değil. Olaylar yatıştıktan, 2-3 ay geçtikten sonra, Gezi Parkı tekrar evsizlerin/Tiner Bağımlılarının mekanı olacak ve akşam 10'dan sonra girilemeyecek. O zaman bizim Topçu Kışlası'na karşı çözüm üretmemiz lazım.

Başbakanın dediği bir diğer doğru nokta var, o da, Fransızlar Louvre Müzesi'yle gurur duyuyor onu satıyorsa biz de Topçu Kışlası görünümlü Kent Müzesi yapalım, onu satalım, turizme kazandıralım. İşte biz de Gezi Parkı'nı buna göre yeniden düzenleyelim kendi projemizi üretelim.

YEŞİLÇAM GEZİ PARKI

Öncelikle Gezi Parkı'nın adının Gezi Parkı olarak kalması lazım ama amacına uygun olarak da kullanılması yani içinde gezi yapılabilmesi lazım. Ben de projemi bu şekilde geliştirdim.
Tarihimizde satabileceğimiz kültürümüz çok fazla ama bunu beceremiyoruz bir türlü. Bu konuda önemli eksiğimiz var. Bunlardan biri de Yeşilçam. Senede yüzlerce film yapabilmiş bir sektörü bizim daha iyi pazarlamamız lazım. 

Yeşilçam Oyuncularının isimleri Gezi Parkı'ndaki yaklaşık 560 ağaca isim olarak verilsin. Mesela en babacan ağaca Hulusi Kentmen, en yakışıklısına Ayhan Işık, en cengaverine Cüneyt Arkın ismi verilsin. En vakuru Münir Özkul, en anaçı Adile Naşit olsun. Dallarına en çok kuş konan ağaç Türkan Şoray, en neşelisi Kemal Sunal olsun. Kısa-şişman ağaca Zeki Alasya, uzun-zayıf olanına Metin Akpınar ismini verelim. 

Ağaçların önüne, tıpkı Miniatürk'de olduğu gibi, o sanatçının/artistin/yönetmenin görüntülerini/bilgilerini/belgeselini akıllı telefonlara/tabletlere verecek barkodlar koyalım. Zaten herkesin elinde bir akıllı telefon var, olmayanlar için de Fatih Projesiyle dağıtılan tabletler gibi tabletlerin kiralanabileceği bir merkez oluştursun. Akıllı telefonunu kullanmak isteyenler de indirdikleri uygulamanın kilidini açmak için ücret ödesin. Tabi ki bütün bu bilgiler İngilizce/Fransızca/Almanca dil opsiyonlarıyla olmalı. Bu bilgiler, belgeseller ise Sunay Akın, Can Dündar, Nebil Özgentürk gibi bu işi bilen ve daha önceden deneyimli kişiler tarafından hazırlanabilir. 

Gezi Parkı'nın etrafı reklam panolarıyla donatılsın ancak reklam yerine parka uygun film görüntüleri, filmlerden sahneler, sanatçılarımızın resimleri koyulsun ve ışıklandırılsın. Tıplı Dolmabahçe-Kabataş ya da Beşiktaş-Ortaköy arasında duvarlara asılan Atatürk resimleri gibi.

Kabul ediyorum, Gezi Parkı'nı ne Hasan Kaçan kadar ne de başbakan kadar biliyorum. İçinden birkaç kere geçmişliğimden fazlası yok. Eylemler sırasında da 2-3 kez gittim hepsi o. Bu yüzden nerede ne var tam olarak emin değilim. Ancak bu benim için engel değil, daha doğrusu oraya açık hava sineması kurmak için bir engel değil. Merdivenlerin oraya ya da fıskiyenin oraya bir perde ile yaz günleri her akşam ücretsiz 1 ve ya 2 sinema filmi ile açık hava sineması yapılabilir. Tabi ki yabancı dil altyazılı. 

Gezi Parkı'nın alt tarafında bulunan eskiden McDonald's, KFC, halıcı, dönerci, kebapçı olan dükkanlar tekrar elden geçirilerek küçük sinema salonları (50-100 kişilik) şeklinde düzenlenebilir. Haftada 1 değişecek şekilde eski Yeşilçam filmleri dönüşümlü olarak bilet karşılığı buradan gösterime girer. Tabi ki bu filmlerin tekrar gözden geçirilmesi, kalitesinin arttırılması -ki zaten bu yönde çalışmalar başladı- ve en önemlisi sansürsüz gösterilmesi önemli ve şart. Bunun için de akıllı telefonlara dublaj uygulamaları ya da filme altyazı uygulamaları yapılabilir. Hatta ve hatta, bu salonlardan birinin adı Emek Sineması olabilir. Kabul edelim ki Emek Sineması bulunduğu yerde bizzat müşterileri yani bizler tarafından atıl halde bırakıldı. Sırf anıları var diye atıl durumdaki buranın yıkılmasına karşı çıkmak acımasızlık ve o anılara saygısızlık olur. Ama biz Emek Sineması'nı buraya taşırsak, herkesin gideceği yeni bir Emek Sineması yaratmış oluruz. Yani Memet Ali Alabora "Beni babam Emek Sineması'na götürüyordu, orada hatıralarım var, yıkılmasını istemiyorum." demek yerine çocuğuna "Biz oraya gittik, ben de seni yeni yerinde Emek Sineması'na götürüyorum." demeli. Tıpkı Galatasaraylıların Ali Sami Yen yıkınca yeni statlarına Ali Sami Yen demeleri gibi. Muhteşem zaferlerin, harika anıların geçtiği efsane stadın yıkılmamasını istemek tabi ki romantik bir istektir ancak eşyanın doğası gereği eskidiği için de yıkılması elzemdi. Galatasaraylılar ise yeni zaferler yaşayacakları yeni statlarına Ali Sami Yen demeye başlayarak yeni bir başlangıç yaptı.  Olaya bu empatiyle bakarsak herhalde çözüme kavuşuruz.

Dükkanlardan bir tanesi ise hatıra eşyaları satın alınacak şekilde düzenlenebilir. Eski filmlerin afişleri, film sahnelerinin, sanatçıların posterleri, Turist Ömer'in selam veren biblosu şeklinde hatıra eşyaları satışı ile bir pazar yaratılabilir. 

Bu Kadar Para Ne Olacak?

Geçen sene arkadaşım bana misafir geldiğinde Gezi Parkı'nın önünden geçiyorduk ve söylediği şey "Yadigar Ejder burada ölmüştü" oldu. Yadigar Ejder'in ölüm tarihi 14 Ocak 1992. Benim doğumumdan 2 arkadaşımınkinden 2,5 yıl sonra olan bu olayı, biz 2012'de hatırlıyorsak ve boğazımıza bir yumru oturuyorsa ben bunun nedenini irdeledim ve şunları düşündüm. Yadigar Ejder, kirayı ödeyemediği için evinden atılmış ve Gezi Parkı'nda o gece donarak vefat etmiş. Öte yandan, Gezi Parkı yukarıda da belirttiğim gibi geceleri evsizlerin ve tiner bağımlılarının yuvası halinde ve güvensizlik teşkil etmekte. Bu insanları topluma geri kazandırmamız lazım. Artık haberlerde "zamanın yıldızı şimdi mendil satıyor" haberleri görmememiz, bu insanlara da sahip çıkmamız lazım. İşte biz topladığımız bu parayı Yeşilçam Fonu altında birikticeğiz. Maksim Gazinosu'nun yerine cami yapmak yerine evsizler/tinerciler/zorda kalan Yeşilçamlılar tarafından kullanılacak bir yurt yapılsın belediye tarafından. Zaten evsizler için belediyelerin böyle çalışmaları oluyor. Bu bir techir değil tabi ki. Yani "Siz Gezi Parkı'ndan defolun" gibi bir durum söz konusu değil. Yurtlarda kalan sokak çocuklarını ve tinercileri topluma geri kazandırmak için derslikler ile eğitimlerine devam etmelerini sağlamaları, boş zamanlarda ise parktaki sinemalarda makinistlik öğrenerek meslek edinmeleri sağlanabilir. İşte toplanan paralar ve fon bu yurda kaydırılmalıdır. Tabi yurdun tam olarak verimli olması için Aile Bakanı Fatma Şahin'in İstanbul'daki sokak çocuklarının sayısını tam olarak açıklaması gerekir. Hepimizin malumu ki bu sayı 15 değil.

Bu fondan kazanılan para muhtemelen yurdun ihtiyaçlarını karşılamayacaktır. Zaten belediyelerin bu yöndeki çalışmalarına destek olacak şekilde fondaki para kullanılmalıdır. Yani belediyenin yapacağı yeni yurda harcayacağı kaynak yükünü hafifletecektir. 

Bütün bu projenin maliyeti ne kadar olur bilemem ancak emin olduğum bir şey var ki istihdamı, düzenlemesi, geliştirilmesiyle her halükarda Topçu Kışlası görünümlü Kent Müzesi projesinden daha az olacaktır maliyet. Çünkü ağaçları söküp yeniden dikmek için ya da kesmek için bir para harcanmayacak. Ya da betonarme işi için maliyet de harcanmayacak. Ama karşılığında sabah 8'den gece 12-1' e kadar kullanılabilecek bir turistik tesisimiz olacak.

Şüphesiz ki İstanbul'da Şehir Müzesi yapmak da harika bir fikir. Ancak bu kadar tartışma üzerine "Bunun yapılacağı yer Gezi Parkı mı olmalı?" ya da "Yapısal olarak Topçu Kışlası görünümlü mü olmalı?" sorulması gereken sorular bunlardır. Yani böyle bir müze yapılma amacı varsa İstanbul'da bunu yapacak yer şüphesiz ki vardır. Ama bunu "Topçu Kışlası şeklinden olacak ve Gezi Parkı'nın yerine olacak" diye diretmenin mantığı yoktur. Ayrıca başbakanın Marmaray Projesi'nin gecikmesine neden olan tarihi eserlere "3-5 çanak-çömlek" demesi vakası üzerine Şehir Müzesi fikri de bana pek samimi gelmiyor. 

Eğer referandum -ya da adı her ne ise- yapılacaksa bu "Topçu Kışlası yapılsın/yapılmasın" şeklinde değil, "Bu projelerden hangisini istersiniz?" şeklinde olmalıdır.Gerçek demokrasi bunu gerektirir. Eğer başbakan ya da AK Partliler bunun bir uluslararası oyun olduğunu düşünüyorsa bu oyunu bozmak ancak milletin seçeceği çözüm üzerine olur yani bir dayatmayı seçmek üzerine değil. Böylece gerçekten demokrasiden bahsetmiş oluruz. Ayrıca herkesin kalbine dokunan Yeşilçam'a göre parkı düzenlemek, halkın da desteğini alacaktır ve halk sahip çıkacaktır. Tıpkı İngilizlerin Baker Sokağı 221B'yi Sherlock Holmes Müzesi yapıp sahip çıktıkları gibi.

Tabi ki Gezi Parkı'na dikkat çeken bütün bu olaylar, bir demokrasi mücadelesi şekline dönüştü. Halbuki bunu demokrasi altyapısında toplamamız gerekir. Şüphesiz, müthiş zeka örnekleri koyuldu, simge olan görüntüler oldu. Kırmızılı Kadın, Duran Adam, Gitarlı Çocuk bunlardan birkaçı. Ancak bunların hepsini aynı anda sembol olarak kullanmamız imkansız. Bunun yerine bu demokrasi altyapısının bir diğer simgesi olan "Çadır"ı kullanalım, parkın girişinde olmayanlara tablet bilgisayarları kiralayan merkez çadır şeklinde olsun. Ölen vatandaşlarımızı ve polisimizi de hatırlamak adına sinema salonlarına, hatıra eşyası dükkanına onların isimleri verilebilir. Bizim artık bu olayları sizin direnişçiniz, bizim polisimiz kavramından kurtararak demokrasi altyapısıyla demoıkrasi direnişçileri ve polisi noktasına getirmemiz gerekir. Zannederim bu durumdan da rahatsızlık çıkmayacaktır.

Demokratik haklarımızı savunmak adına sokağa çıkmayı, TOMA'dan,biberden,polisten korkmamayı öğrendik. İstediğimiz zaman tekrar dışarı çıkabilmemiz için şimdi eve dönüp fikir üretmeliyiz. Demokrasi "-e rağmen" yapılamaz. Çünkü o zaman "-e rağmen"in size lütufta bulunmasını beklersiniz. Biz kendi demokrasimizi kuralım ve "-e rağmen"ler bizi takip etmek zorunda kalsın.  

Bütün bu proje tabi ki taslak halindedir. Olgunlaşması ve fizibilite çalışmaları Sinema Yazarları Derneği, varsa Yeşilçam Vakfı, Üçüncü Adam gibi Yeşilçam Blog Siteleri gibi oluşum ve derneklerin ortak çalışmalarıyla yapılmalıdır. Tabi ki belediyelerin de bu konuda ne yapılabileceğine dair desteklerini de almak gerekir. 

Benim projem taslak halinde ana hatlarıyla budur ve geliştirmeye açıktır. Photoshop bilen arkadaşlar dediklerimi ya da fikirlerini yapıp yollayabilirlerse herkesin anlayabileceği daha reel bir proje ortaya çıkarabiliriz. 

Not: Yazıyı kopyalamak yerine blog linkini verirseniz, okuma beğenme yorumlama adına geri bildirim almak daha kolay olacaktır.


24 Mayıs 2013 Cuma

Biz Kazanacağız

Ligler bitti de rahatladık biraz. Gittikçe daha fazla soğuyorum futboldan. İki seçenek vardı benim için, ya bırakacaktım futbolla ilgilenmeyi ya da kalıp savaşacaktım. Bu karar aşamasındayken spor yazarları bir manifesto yayınladı ve benim de kararım şekillendi. 

Futbol eşittir şiddet ve o da eşittir holiganizm denklemine;  
Bu denklemin olağan kabul edilmesine; 
Çocukların, kadınların, yaşlıların, didişmek için değil, keyif için gelenlerin futboldan uzaklaşmaya başlamasına;
Sadece kendilerinin haklı olduğunu düşünenlere, empati yoksunlarına; 
Gördüğüm doğruları söylerken bile bir tarafın düşmanı ilan edilmeye; 
Her söylenen söze, her eleştiriye geçmişten bir karşılık bulunmasına, her şeyin bir ‘hesaptan düşme’ gibi gösterilmesine; 
Yasalara aykırı eylemleri kendi kulübü yapınca susanlara, hatta destek verenlere; 
Önceliği gazetecilik mesleği değil tuttuğu takım olan meslektaşlarıma; 
‘Bunu neden şu zaman yapmadınız da şimdi yapıyorsunuz’ diye satır aralarında art niyet arayanlara, satır aralarına art niyet saklayanlara; 
Sahaya yabancı madde atanların değil buna hedef olanların tahrikinden bahsedilmesine; 
Aleyhlerine yapıldığını düşündükleri her hakem hatasını görünmez düşmanlara bağlayanlara, 
Bir aile ortamından uzak, herkesin birbirini arkadan hançerlemeye çalıştığı halihazırdaki durumda hâlâ bir ‘futbol ailesinden’ bahsedenlere; 
Aynı gemide olduğumuzu iddia ederek yaptıklarına bizi de ortak etmeye çalışanlara; 
Birbirlerinin adını bile anamaz hale gelmiş yöneticilere; 
Futbolu bahane ederek kurulan ve hiçbir zaman içeriğini bilemeyeceğimiz ve bilmek de istemediğimiz karanlık ilişkilere; 
Türkiye’de verilen her cezaya deklarasyonla yanıt verip yurtdışından benzer yaptırımlar geldiğinde kuzu kuzu kabullenenlere; 
Uluslararası alanda yapılan rezilliklere karşı duranları vatan haini ilan edenlere; 
Hakemlere, gözlemcilere saldırmayı, küfür etmeyi demokratik hak sayanlara; 
Türk futbolunun olumlu ve olumsuz önyargıların cenneti olmasına; 
Kendi kulüplerine ceza verilmesini hep yanlı tutum olarak görenlere; 
Hukukun değil renklerin ağır basmasına; 
Maç devam ederken kural değiştirilmesine; 
Masa başında maç bağlamaya çalışanlara; 
Sadece kendi emeğine saygı gösterilmesini isteyenlere; 
Başkasına sıkılan biber gazını haklı kendisine sıkılanları haksız görenlere; 
Her bahaneyle herkese biber gazı sıkanlara; 
Irkçılığı, ayrımcılığı, nefret suçlarını futbol sahalarına sokanlara, onu mazur gösterenlere; 
Düzelsin diye yasa çıkarıp onu uygulamayana, uyguladığında da keyfine ve kendi siyasetine göre uygulayana; 
Futbolun bir hukuksuzluk cenneti olmasına ve giderek mutsuzluk yaratan bir oyun haline gelmesine; 
Yeter diyorum! 
Siz söylemeden ben söyleyeyim: 
Bu taraflı bir yazıdır! 
Ben utanma duygusunun, medeniyetin, adaletin, vicdanın tarafında olduğumu buradan haykırıyorum... 
Benimle aynı tarafta olanları ayağa kalkmaya ve haykırmaya davet ediyorum. 
Benimle aynı tarafta olanlarla birlikte eyleme geçiyoruz. Bu şiddet bitene kadar eylemlerimiz artarak devam edecektir. 
Futbol yeniden hayatımızdaki bir keyif olana kadar, durmadan, susmadan, sert adımlarla yürüyeceğiz. 
Siz de tarafınızı seçin. 
Medeniyetin, adaletin ve vicdanın tarafında olun. 
Biz daha kalabalığız. 
Ve bu tek ihtimalli bir maç. 
Hiç kuşkunuz olmasın... 
Biz kazanacağız!

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Sikeyim Böyle Ülkeyi


  • Dün yaşanan terör olayından sonra yayın yasağı koyan, demokrasiden tek anladığı "para" olan hükümeti
  • Olayları istediği gibi yönlendiren hükümet yetkililerini
  • "Birlik beraberliği en çok ihtiyacımız olan bu günler hiç bitmiyor" geyiği yapıp yazı-tura atışında bile bölünüp küfürler, tehditler, aşağılık hakaretler eden milletimi
  • Muhalif en ufak seste, 10 kişiyi bir arada -hangi takımdan hangi taraftardan olursa olsun- görünce, kendisi hiç çocuk olmamış gibi sahada kavga eden 14 yaşındaki çocuklara müdahalede biber gazına sarılan ve onu çılgınca kullanan polisi
  • Aldığı emirle üniversitesinde yapılan araştırmayı ve araştırmayı yapan hocasını piç eden üniversite rektörlerini
  • Amaçları daha çok, daha çok, en çok para kazanmak olan herhangi bir kişiyi
  • Bu para kazanma aşkı içinde şikeleri örtbas edenleri, göz yumanları, geçiştirenleri
  • Cezalara göre şike varken yapanları cezalandırmayan ve bu açıklamayı gece 3'de yapan federasyon yöneticilerini
  • Şikeden ya da değil, gergin olan spor camiasını ve taraftarları iyice germek için danışıklı dövüş içinde açıklama yapan yöneticileri
  • Sosyal medyada 300-500 kişi kendini takip ediyor diye kendini bütün taraftarın sözcüsü sanan ve kendinden olmayan herkesi hedef gösteren orçoları
  • "Sezon bitince konuşacağım" deyip şampiyon olunca konuşmayanları
  • Sezonun bitmesine 6 hafta kala "Önümüzü kesiyorlar" deyip, hedef gösterip utanmadan şampiyonluğu kutlayanları
  • Şampiyonluk yarışını kaybedince "Zaten onları saha dışında geçmemiz zordu" diyerek gergin insanları daha çok gerenleri, hedef gösterenleri
  • Sahaya atılan içki şişelerini, çakıları, bozuk paraları atanları bulmak istemeyen ve bulup da üstünü örtenleri,
  • İşlediği suçlar arş-ı ala'yı aşmış bir yöneticinin maçtan 2 gün önce rakip taraftarı ve kendi taraftarlarından bir gurubu hedef göstererek camiasını galeyana getiren kulüp yöneticisini
  • Takımı ezeli rakibine karşı öndeyken bile "futbol adam bıçaklamaktır" diyerek futboldan nasibini almamış insan müsveddelerini
  • Sadece rakip takımın forması üzerinde diye evine giden adamı kalbinden bıçaklayan orçoları
  • Sadece rakip takımın forması üzerinde diye evine giden adamı kalbinden bıçaklayan orçoları
  • Sadece rakip takımın forması üzerinde diye evine giden adamı kalbinden bıçaklayan orçoları
  • Sadece rakip takımın forması üzerinde diye evine giden adamı kalbinden bıçaklayan orçoları
  • Sadece rakip takımın forması üzerinde diye evine giden adamı kalbinden bıçaklayan orçoları
  • Sadece rakip takımın forması üzerinde diye evine giden adamı kalbinden bıçaklayan orçoları
  • Bu orçoları savunan insansı varlıkları
  • Bu orçoların yaptıklarını bütün bir camiaya mal edenleri
  • Acısını yaşamak yerine hala rakiplerine karşı takipçilerini kışkırtan amipleri
  • Ortamı sakinleştirmek adına yaptıkları yayınlarla bilerek ortamı daha da geren basın-yayın-sosyal bütün medyayı
  • Devletin kendine verdiği yetkileri kullanmayıp, emir almadan iş yapmayan avukat-savcı-hakim bütün hukukçuları
  • Ve bütün bunlar olurken sesini daha fazla çıkarmayan beni, seni, hepinizi, hepimizi   

12 Mayıs 2013 Pazar

Aklıma Takılanlar -Reyhanlı

Öyle bir ülkede öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki gündem kum zemin gibi oynak.  Kafayı toplayıp da yazmak hakikaten zor. İşi yazı yazmak olmayıp da hususi işleri halledip klavye başına geçene kadar düşüncelerinizi unutmanız kaçınılmaz.Vira bismillah.

  • Hatay-Reyhanlı Bombalaması
Güne bombalanın haberiyle başladık. Gün boyunca bilançonun ağırlığı da arttı. Olayın Suriye sınırındaki Hatay, mülteci kampları, Hatay'daki Suriyeliler, sınırda yaşanan olaylar, Hatay'ın dinsel çeşitlilik yapısı ve Türkiye-Suriye ilişkileri bağlantısında düşünüldüğünde adres hükümet tarafında hiç şüphesiz Suriye olacaktır ve baş sorumlusu Beşşar Esad. 

Suriye sınırında düşen uçakların akıbeti hakkında dişe dokunur bir açıklama yokken benim faillerin bulunacağına dair en ufak bir inancım yok. Zaten hükümet için bir öneminin olduğuna dair de bir düşüncem yok. Onlar için bu saldırıyı yapan -belki de daha yapılmadan- Esad'dı. Danışıklı dövüş olduğunu düşünmek istemiyorum ama uçaklarımızın düşürülmesi karşısında verilen tepkilere benzer tepkiler verilmesi amaçlanmış olabileceğini düşünüyorum.

Belki de Sikko Reyiz'in dediği gibidir. Esad bu kadar derdinin sıkıntısının arasında neden Türkiye'yi de karşısına alsın ki? Ya da 11 Mayıs'ı da Türkiye'nin 11 Eylül'ü yapma çabaları mı var? 11 Eylül'ün bildiğimiz terör saldırılarından olmadığını biliyoruz değil mi? 

Aklıma takılan bir nokta var. Geçen ay Boston Maratonu'nda patlayan 2 bomba vardı. 11 Eylül'den sonra biberonun içini bile inceleyecek kadar önlemler alan Amerika, nasıl tekrar terör saldırısına maruz kaldı?Hem de dünyanın en prestijli maratonlarından birinde. 11 Eylül'ün devlet eliyle yapılan terör saldırısı olduğunun farkına varan bir arkadaşımla beraber konuşurken ihalenin Suriye ya da İran'a havale edileceğini düşündük, işin altından Çeçenler çıktı. İlerki yıllarda Gürcistan-Çeçenistan-Rusya 3lüsü üzerinde olabilecek bir askeri harekat adına bunu buraya not düşelim. Amerikan halkının Çeçenleri, Çeklerle karıştırarak orduyu göreve davet etmelerini, yakalım yıkalım, Çeklere de demokrasi götürelim dediklerini kara mizah olarak hatırlıyoruz. İşin kara tarafı ise dünyanın öbür ucuna askeri bir müdahalenin onlar için kolay ve anormal olmayan bir şey olduğunu düşünmeleri. Kadrajı tekrar Suriye sınırımıza çevirirsek düşen uçaklarımız için de benzer tepkiler verilmişti. AKP hükümetinin yapacağı "Allah belanı versin Esed" çıkışını bekleyenler olduğuna adım gibi eminim.

Bir diğer aklıma takılan ise, eylemin yapılış şekli. Bomba yüklü araç ve uzaktan kumanda. Hafızaları biraz tazeleyelim o zaman. Şu aramada çıkan tarihlere göre Gaziantep'e mülteci kampları 22 temmuz'dan önce kurulmuş. Şimdi ne alakası var Hatay'daki bombalı saldırıyla. Dur geliyorum.
Bu Gaziantep'de yapılan saldırının haberi
Bu da Hatay-Reyhanlı'daki saldırının haberi
Reyhanlı saldırısının haberlerine bakarsak Cilvegözü Sınır Kapısı'ndaki patlamayla benzerlik olduğu söyleniyor. 
Bu da Cilvegöz'ün haberi
Şimdi yapılış şekillerine bakarsak 3'ü de birbiriyle benzerlik gösteriyor. 3'ünde de bomba yüklü araçlar uzaktan kumandayla patlatılmış. Antep'deki patlamanın ardından PKK olayı üstlenmemesine rağmen, olayın yapılış şekli açısından PKK'ya fatura kesilmişti. Bu kadar benzerlik varken diğer 2 patlamanın faturasının Esad'a kesilmesi benim aklımı karıştırıyor. Belki hakikaten de hükümetin açıklamaları doğrudur ama benim için bu patlamaları PKK, Esad ya da Muhaliflerin yapma ihtimali aynıdır.link1, link2


-Tekrar Düzenleme: Daha önce okuduğum ama yazıyı yazarken aklımdan çıkan bir haber. Aslında resmini ve linki koysam daha iyi. Hani meşhur "Hep Amerika'nın/İsrail'in oyunları bunlar" geyiğimiz vardır ya. Aslında bu oyunları masa başında kurgulayarak olası senaryoları oynayan abiler var. Bu abilere göre 2012-Nisan 2013 arasında bomba patlaması öngörülen kentlerden birisi Gaziantep'miş. Efendim? Antep'de bombalar ne zaman patlamıştı? 20 Ağustos 2012. Peki Cilvegöz'de? Nisan ayı içerisinde. Reyhanlı'da? Nisan'dan 11 gün sonra. Tesadüf??

Haberin resmi Can Dündar'ın 25 Ağustos 2012 tarihli köşe yazısından. Bu da Tolga Tanış'ın Washington'dan bildirisi

Hepimiz biliyoruz ki PKK olsun Esad olsun ya da Muhalifler olsun birilerinin maşası durumunda. Hedeflenen, amaçlanan ise Büyük Orta Doğu Projesi'nin eyleme geçirilip geçirilmemesi. Böyle bir kahpeliği kimin yaptığından çok kimlerin yaptırdığını düşününce şu video ile şu linkler kafamı karıştırıyor. 


15 Nisan 2013 Pazartesi

Beni de Fazıl Say


Benim anlamadığım nokta yerleri-gökleri kainatı-evreni bütün alemleri yarattığına inandığın Allah, yine onun tarafından yaratıldığına inandığın bir adamın alıntısıyla küçük düşecek, aşağılanacak. Ve o büyük yaratıcı, kendi yarattığı kuluna cezasını kesemeyecek ki o kulu sen dava edeceksin. Allah'a aynı anda 2 hakaret etmekten dolayı, sadece ismini duyurmak ve ünlü olmak için dava açtığına inandığım o şahsı dava etsem herhalde 10 aydan daha fazla ceza alması lazım. Neyse ki onun kafasında değilim. Yediğin bunca bok yetmezmiş gibi, utanmadan, "davalı otistizm hastası olabilir, ona göre karar alın" diyosun. 

Ha mevzu o değil de "halkın inandığı değerlere hakaret" ise, o zaman kusura bakma da sevgili 'halk'cığım senin dini itikatların da o kadar sağlam değil ki buluttan nem kapıyorsun. Normal şartlar altında evrensel fikir özgürlüğünü algılayamadığını bir kenara koyarsak, sağlam inancın olsa "laf demiş balkabağaa, ossur ossur koy tabağa" deyip geçmen gereken lafa dava açıyorsun. Yok eğer şiirdeki laf kafanı karıştırıyorsa o zaman dini inançların tam oturmamış demektir ki dininin aşağılandığını zannedip şekilciliğin önde gideni olarak da dava açmaman gerekir. Kendinle çelişkiler içindesin 'halk'çığım, kendinle çelişkiler...

"Ben kamyon sürüyordum, Leonardo da Vinci" şeklindeki ilkokul terk espri yapan bakan ise "Saçmalamış saysınlar" diyecek yüzsüzlüğe sahipken yargıyı etkilemeye çalıştığının farkında değil.

Tüm bunların yanında, "La siktirin gidin, saçma sapan şeylerle uğraştırmayın bizi" deyip 1. celsede davayı sonuçlandırması gereken yurdumun ileri demokrasi hakimi ise davayı 3.celsede 10 ay hapisle karara bağlıyor. 

Sen siktiret bunları Hakim Amca, tırnağı olamam ya, beni de Fazıl SAY. 







3 Şubat 2013 Pazar

Bursaspor 1-1 Galatasaray: Terim Hala Formsuz

Maçın ilk 11'ine baktığımızda geçen seneki gibi ileride basan ve kanatları daha çok içeriye kateden oyunculardan oluşmuş bir Galatasaray vardı. Santra vuruşu yapılmadan Elmander-Umut-Riera arasında "topun havada asılı kaldığına" dair işaretler de maç içersinde görüntü buldu. 

Artık Galatasaray'da oturmaya başlayan net bir olgu var. Eğer Elmander-Umut oyuna başlıyorsa bu şu anlama geliyor: İleride baskı. Nitekim Bursaspor rüzgarı arkasına almış olmasına rağmen ilk yarı top oynayamadı. Özellikle topla çıkmakta zorlanan Galatasaray defansına baskı kurmayı hiç denemediler.

Şüphesiz ki topun Bursa sahasında kalmasının sebebi Galatasaray'ın hücum presi. Elmander-Umut ikilisi bu konuda büyük güç. İlk yarının ortalarına kadar da Yekta'nın bu konuda katkısı da iyiydi. Galatasaray'ın üst üste pozisyonları sonuç vermeyince, Bursaspor pozisyon bulmadan öne geçti. İlk yarıda topu Emre Çolak ve özellikle Engin orta sahada çok ezdiler. Yaptıkları pas hataları yüzünden bir çok kontraatak başlamadan bitti.

Maçın 2. yarısın Galatasaray adına daha olumlu olmasını bekliyordum zira Bursa'nın defansının ilk yarıda, rüzgar arkasındayken, baskıyı görünce yaptığı hatalardan sonra 2. yarıda daha çok pozisyon bulacağımızı düşündüm. Kötü olan Engin'e Fatih Hoca'nın kıyamayacağını düşünüp, ilk 5 dakika soyunma odası konuşmasına göre oyundaki gelişmeye göre müdahale edeceğini tahmin ettim.

2.yarıda  -rüzgarın da kesilmesiyle- Bursa oyuna müthiş başladı. 60.dakikaya kadar da Galatasaray kendi sahasında çıkamadı ve üstüste pozisyonlar verdi. Maçı burda Muslera'nın kurtardığı belirtelim. 

Bursa'nın bu etkinliğine karşı hemen kanattaki Yekta ile göbekteki Engin'in yer değiştirilmesi lazımdı, olmadı. Çünkü Yekta'nın özverili oyunu defansif ortasaha görevinde dengeyi değiştirebilirdi. 

Fatih Hoca maçı 60. dakikaya kadar izledi. Muhtemelen aklında 60. dakikaya kadar hücum presiyle rakibi iyice bunaltıp hızlı kanat oyuncularıyla rüzgarı arkaya alarak işi bitirmek vardı. Zira Amrabat ve Aydın hamleleri bunun işareti ancak çıkan oyuncular Elmander ve Yekta mı olmalıydı orası tartışılır. Muhtemelen Bursa'nın beklenmedik baskısını kırmak için orta sahayı 5'lemeyi düşündü. İleri ikiliden daha iyi olan Umut oyunda kaldı, orta sahada ise prensleri Engin ve Emre'ye dokunmadığı için ihale Yekta'da kaldı. 

Halbuki orta sahayı yardımı ile rahatlatan Elmander'i oyundan almak yerine 4-4-2'nin kanatlarını değiştirip Yekta'yı ortaya kaydırması daha iyi sonuç verebilirdi. En azından bu denemesinde Aydın ve Amrabat'ı aynı anda oyuna sokmak zorunda kalmaz, böylece bir oyuncu değişikliği hakkı fazladan olurdu.

65. dakikadan sonra hamlelerini erken yapan Bursa tükendi ve topu taşıyan Amrabat-Aydın hamleleri doğruymuş gibi gözüktü. Ancak bu sefer de ilerde Umut yorgun ve yalnız kalınca gol pozisyonu üretemedik. Elde de tek değişiklik hakkı kalınca Sneijder'in girmesi kaçınılmaz oldu. Sneijder kalitesini hemen farkettiriyor ama takımla anlaşabilmesi için biraz sürece ihtiyacı var. 

Terim'in formsuzluğu şüphesiz. Ezberlerinden kurtulması lazım.Engin'in 70 dakika Emre'nin 90 dakika oynaması bunun göstergesi. İyi başladığı maçı kötü bitirdi ve Galatasaray çok net 2 puandan oldu. 

1-2 not da Fırat Aydınus hakkında. Maç boyunca hemen hemen hiçbir konraatak kesme faulune kart göstermedi. Sürekli bir iyi niyetli idare etmeye çalışan tavrı vardı. her iki takıma da göstermesi gereken çoğu kartı vermediğini düşünüyorum. Ayrıca maçın başında Elmander'in İbrahim'e yaptığı (Umut'un golle bitirdiği) pozisyon faul ise, 2.yarıda Edu'nun Emre'ye yaptığının da faul olması lazım. Cımbızla çekip çıkartmadım ama bütün oyuncuların sahanın her yerinde eşit olması gerekli. Ceza sahasında takdir haklarını hep defans yapan takımdan yöne kullanıyor.

Enseyi karartmaya gerek yok. Takım ivmelenmeye başladı tekrar. Kasımpaşa maçına göre tempo ve istek hayli yüksek seviyedeydi. Sadece aşçımız bugün gününde değildi ve elindeki iyi malzemeden kötü yemek yaptı. Ancak iyi bir aşçı kaç defa kötü yemek yapar ki?

18 Ocak 2013 Cuma

Kasımpaşa 2-1 Galatasaray

Uzun zaman oldu futbol yazmayalı. Maç yazısı da olsa futbol adına bir şey izlemedik 2 saat boyunca. Kasımpaşa'nın attığı 2 güzel golü ve Özer'in bireysel çabasını saymazsak. 

Geçen senenin ardından üzerine koyarak gitmesi beklenen Galatasaray malesef çok geriledi. Bu sezon oynanan hiçbir maç için "ne top oynadık be" lafını heralde hiçbir Galatasaraylı etmemiştir. Yapılan transferlerle geçen sezonun bazı maçlarında keyif veren futbol beklentisi daha da arttı ancak takım 2 sene önceki Galatasaray gibi, zevksiz, yavaş ve ezberci.

Görünen köy kılavuz istemiyor, takımın bu sene oynadığı futbolu beğenen tek kişi Terim. Onun da tarzı gereği oyuncularını ipe gönderen bir yapısı olmadığı için böyle demeçler verdiğini düşünüyorum ancak her maçtan sonraki "oyunu biz oynadık, topa hakimdik, defansımız malesef gol yemeye alıştı" cümleleri artık kendisini komik duruma düşürüyor. 

Sezonun kondüsyon planlamasının Şampiyonlar Ligi'ne göre yapıldığını düşünmüştüm. Yani ilk 5-6 haftadaki temposuz futbol 1. yarının ortalarına doğru yerini hızlı, baskılı oyuna bırakacak ve ivmeli bir Galatasaray izleyeceğimizi varsaymıştım. Sonra ilk yarının özetine bakarsak bu planda bir hata yapıldığını ve devre arasındaki 23 günde bunun üstesinden gelineceğini tahmin ettim. Yanılmışım, zira Galatasaray yine eski tas eski hamam.

Devre arasında kondüsyon yüklemesi yapan bir takımdan, 50. dakikada 2-1 geriye düştüğü maçta, oyunu tek kaleye döndürmesi ve sağlı-sollu saldırması beklenir. Ancak maç 0-0 iken de 2-1 iken de aynı oyun, aynı iştahsızlık var Galatasaray'da. Sanki oyuncularda "biz olduk" havası hakim ya da "nasılsa biri kurtarır şimdi maçı" düşüncesi. Enseyi de karartmak istemiyorum açıkcası. 2-3 hafta sonra takımın kondüsyon ritminin artacağına inanmak istiyorum ancak bu maçta öyle bir sinyal vermediler.  

Terim rotasyonu seven bir hoca ama bunu ilk yarıda takımın yenilerinin uyum sağlaması ve takımın kemik kadrosunun oturması için pek yapmadı. Ancak 3-4 milyon eurolar alan oyuncuların bu performansları taraftarın homurdanmasına neden olacaktır. Kadro iskeleti oluşturma düşüncesi tutmadı ve tutmayacak gibi görünüyor. Çünkü aynı anda bütün değişkenler olumlu olmuyor. Bunun yerine oynamaya aç ve kendini göstermek isteyen oyuncular ilk 11'de yer bulmalı. En azından Hamit, Real Madrid'den Elazığ deplasmanında oynamak için gelmiş olmamalı. 

Daha önceden de bahsetmiştim, Terim' in bir diğer sevdiği olay maç içersinde oyuna ve sisteme müdahale etme isteği. Hatta Hamit'i ısrarla istemesinin sebebi de buydu. Ancak bunları da göremiyoruz. Sanki Terim, depresyona girmiş üniversite öğrencisi gibi oyun içersinde. Bu maçta yaptığı değişiklikler hiç kimseyi şaşırtmamış olsa gerek, kim kötü oynuyorsa kulübede onun alternatifi yerine girsin. Sene başından beri Hamit-Aydın, Melo-Yekta, Emre-Amrabat, Elmander-Umut değişiklikleri ezberlendi. Halbuki 1. ManU maçındaki gibi göbek açık veriyorken Hamit'i ortaya kaydırıp Umut-Burak'ı sağ kanada dönüşümlü desteğiyle 4-3-3'e dönmesi Terim'in alışılan müdahaleleri. Ya da Melo-Hakan Balta değişikliği ile Riera'yı öne alıp Emre'yi ortaya kaydırmasını bekliyor insan. 

Takımda pırıltı olarak görülebilecek tek şey var o da bu sene ilk 11'de ilk maçına çıkan Sabri'nin performans düzeyini korumuş olması. Çok kötü bir Sabri izlemiyoruz, kendi ortalamasını korumuş, geçen sene sakatlıktan sonraki kötü dönemini de atlatmış durumda. En önemlisi de geçen sezon başladığı orta açma çalışmalarını bırakmamış olması. Arada yine dalga geçilen Sabri pasları/ortaları yapsa da isabetli ya da kavisli orta açmada gözle görülür başarısı var. Eboue 3-4 hafta daha Afrika'da kalırsa Sabri'den 1-2 asist bekliyorum ben. 

Maç bahane oldu aslında, ilk yarının değerlendirme yazısı oldu bir nevi... Aynı yanlışların devam etmesi üzücü sadece ama ligin kalitesini düşününce kadro yapısının şampiyonluk için yeterli olacağına inancım tam. Tek isteğimiz güzel futbol ihtiyacının karşılanması. Bunun için de Terim'in kendini bu depresyon halinden kurtarması gerekli zaten bu da takıma yansıyacaktır. 2-3 haftaya takımın ivmelenmeye başlamasını bekliyorum yoksa devre arasından hep iyi dönen Kocaman'ın Fenerbahçe'si taraftarın homurdanma sebeplerinden biri olacaktır.