19 Aralık 2018 Çarşamba

Hakan: Muhafiz Üzerinden Dizi Sektörü


Normalde dizilerle ilgili yazı yazmam ama Netflix gibi birkaç yılda internet diziciliğini keşfedip burda hızla büyüyen global bir markanın ilk Türk Dizisi için izlemişken sıcağı sıcağına bir şeyler yazmak gerekir. Spoiler kaygısı taşımadan yazacağım için diziyi henüz izlemediyseniz yazıyı okumayı ertelemenizi öneririm.

Öncelikle Netflix'in "Türk Dizisi" işine girmesini ticari bir yatırım olarak değerlendiriyorum. Bilinirliliğini arttırmak ve daha güçlü reklamını yapma potansiyeli ile Türkiye'de pazar payını yükseltmek olarak bir strateji izlemişler. Öyle ki ben de güncele uyup bu dizi hakkında yazı yazıyorum. Yine de Hakan:Muhafız ya da global ismiyle The Protector yapmış olmak için yapılmış bir dizi değil. Yani ulusal kanallarda izlediğimiz "anne dizileri" gibi değil. Anne dizisi diye bir kavram vardır ki annemden biliyorum, pazar gecesi hem Atv'de hem Kanal D'de iki diziyi, simaen ve oyunculuk anlamında birbirine benzer oyuncular olmasına rağmen, dönüşümlü olarak izleyebiliyor ve bunu yaparken de el işi vb. bir işle oyalanabiliyor. Hakan:Muhafız ise konusu ya da kurgusu açısından bu dizilerden değil. TRT'nin Leyla ile Mecnun zamanı yaptığı dizi atılımında tarihi-kurgu kategorisindeki iki dizisi "Şubat" ve "Osmanlı Tokadı"nı saymazsak bu tarzda yapılan ilk yerli dizi. Zaten İstanbul'da geçen film, kitap vb. bir hikayeniz varsa bunu Osmanlı, Bizans, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya vb. konularla işlemek kendiliğinden bir merak uyandırıyor. Yıllar önce okuduğum Şeytanın Müridi - Glenn Meade kitabının en heyecanlı kısmı da Yerebatan Sarnıcı ve Sultanahmet Bölgesi'nde geçen kısımlarıydı. O yüzden bu tarz eserlerde İstanbul'u ve İstanbul'un derin tarihini ve tarihsel mekanlarını kullanmak o mistik hava içersinde bir cezb yaratıyor. Tekrar başa dönecek olursak, Netflix ticari kaygılarla yaptığı bu yapım tamamen kalitesiz değil ve globale açılmak adına tarihi-kurgu açısından yerinde bir karar. 

Gelelim "ilk" kavramına. The Protector Netflix'in ilk Türk Dizisi ama internet Türk dizilerinin ilki değil. Hatta bu konuda bayrağı taşıyan Masum (BluTV) internet dizileri açısından beklenti çıtamızı çok yüksekten belirledi. Hele hele bıraktım içki sigarayı Tosun Paşa'da Adile Naşit'i hamam sahnesinde sansürleyen bir sıkışmışlığın içindeyken televizyonlar, internetin o sansürsüz ve alabildiğine serbest hali bu sıkışmışlıktan sıkılanlar için ilaç gibi geldi. Bu kısımla ilgili de düşündüğümü söyleyip tekrar konuya döneyim: Adile Naşit'i bütün Türkiye'nin annesi, babaannesi, anneannesi olarak görmesini bir yana bıraktım; eski Türk yapımlarında sigara, alkol, müstehcenlik ya da Kemal Sunal'ın "eşşoğlueşşek" demesini "ahlak bozucu" olarak niteleyip yasaklamaya kalkanlar, 30 sene bu filmleri sansürsüz izleyerek büyüdükleri için şimdi bozuk ahlaklı olduklarını aslında itiraf ediyorlar. Konuya dönecek olursak, ilk internet dizisi Masum ve ardından gelen Fi (PuhuTV) ve Şahsiyet (PuhuTV) ile çıta hayli yükseldi. Bunlara bir de Görünen Adam, Sıfır Bir, Yolunda A.Ş, Kutu gibi Youtube'dan yoluna devam eden yapımları da ekleyince internet dizilerinin başarısı televizyonu iyice ikinci plana itti. Hatta başarısız olan Dip (BluTV) bile belli bir kalite ortaya koydu. Hal böyleyken Netflix markasıyla giren bir dizinin çıtayı daha yukarı çıkarması kaçınılmaz beklenti oluşturuyor. Şüphesiz ki sonu belli olmadığı için sündükçe sünen televizyon yapımları ortalamayı çok düşürdüğü için Hakan: Muhafiz'ı ortalamanın üstünde değerlendirebiliriz. 

İyi bir diziyle iyi bir futbol maçını birbirine benzetiyorum çoğunlukla. Yönetim, teknik kadro ve oyuncular her ikisinde de geçerli. Dizilerde yönetimi yapımcıdan ziyade senaryo olarak değerlendirmek lazım tabi. Bu üç unsur bir araya geldiği zaman güzel futbol ya da güzel dizi izleyebiliyorsunuz. Yukarıda saydığımız yapımlarda göze çarpanlar da iyi senaryo ya da teknik kadronun yanında oyuncular ve oyunculuklar. Mesela Ezel'i ele alalım. Geçmiş bir yapım olsa da verebileceğim örneği iyi tarif edebilirim. Kenan İmirzalıoğlu gibi rüştünü ispatlamış bir oyuncuyla Tuncel Kurtiz gibi deneyimli ama bilinirliği az bir usta beraber parladıktan sonra ikinci sezonda bunların karşısına Haluk Bilginer gibi bir devi koyarak kaliteyi çok yükselttiler. Ya da örnekler üzerinden Masum'u ele alırsak, Haluk Bilginer'in ustalığının etrafına Okan Yalabık, Serkan Keskin, Ali Atay gibi rüştünü ispatlamış oyunculardan bir kadro kuruldu. Zaten başarılı olmuş bir tiyatro senaryosu dizileştirilerek başarı yakalandı. Bir başka örnek olan Fi'de başarılı bir kitabı diziye uyarlarken Ozan Güven, Mehmet Günsür ve Osman Sonant'ın arasında acaba olur mu denilen Serenay Sarıkaya da yükseldi. Şahsiyet'te ise iyi konu ve iyi senaryo, Haluk Bilginer'in zirve performansıyla birleşince Cansu Dere'ye rağmen zirve bir yapım olarak ortaya çıktı. Cansu Dere'ye rağmen diyorum çünkü oynadığı bütün rollerde hakkını veriyor ama bir yıldız performansı çıkmıyor. Yani asla Demet Evgar seviyesine ulaşamıyor ama belli bir standardın altında da kalmıyor. Yani Şahsiyet'te Cansu Dere yerine Demet Evgar oynasaydı, şu anda başka bir şey konuşurduk. Cansu Dere için söylediklerimin aynısını Belçim Bilgin için de düşünüyorum. Neyse çok dağıttık, tekrar konuya geri dönelim. Hakan: Muhafız'ın oyuncu kadrosunda oyunculuğuna kefil olacabileceğiniz iki isim var: Okan Yalabık ve Yurdaer Okur. Çağatay Ulusoy ise hala büyük bir soru işareti.

Çağatay Ulusoy üçüncü nesil model-oyunculardan. Bu jenerasyonun birinci (Kenan İmirzalıoğlu) ve ikinci (Kıvanç Tatlıtuğ) kuşak temsilcileri rüştünü ıspatladığı için Çağatay'dan da aynı beklenti var. Hatta İmirzalıoğlu ve Tatlıtuğ'un şu anda rol alıp da izletemeyeceği yapım yok. Farklı rollerde, farklı ustalarla çalışarak oyunculukları demlendi ve oturdu. Buna rağmen İmirzalıoğlu'nun Mehmet: Bir Cihan Fatihi hüsranla sonuçlandı. Gerçi o dizinin ilk bölümünü izleyip tutmayacağını tahmin etmiştim. 2018 Türkiye'sinde Ertuğrul:Diriliş ya da Payitaht:Abdülhamit gibi asarız, keseriz, ona ayar verme buna laf sokma, hamaset dolu veya Muhteşem Yüzyıl gibi entrika dolu tarih dizileri kabul görüyor. Siz ilk bölümden Fatih'in ay tutulmasını hesap ederek nehri geçmesini konu alır da millete Fatih'in bilime, sanata verdiği önemi anlatmaya çalışırsanız, geçmiş olsun. 90'larda yapılsa efsane olacak dizi 2018 yılında çöp oldu. Recep İvedik her seferinde yeni bir rekor kırıp 6.sıyla geliyorken, bu kadar mı toplumun gerçeklerinden uzaksınız. Ha bir dönüşüm yaratmak için, doğruyu göstermek için yaptıysanız bu işi o zaman da yayınlamaya çalıştığınız kanalı mevcut iktidar devlet bankasından kredi verdirerek zorla satın aldırdı. Daha dizi oturmadan 2 defa yayın günü değiştirilse zaten bütün emek çöpe giderdi. Sanıyorum iş oralara gelmeden, reyting belasına kurban gitti o kadar masraf. Tekrar Çağatay Ulusoy'a dönecek olursak, henüz rüştünü ıspatlamış değil ve alınacak daha çok yolu var. En ses getiren yapımı İçerde'de bile senaryonun bütün ağırlığı verilmesine rağmen oyunculukta Aras Bulut İynemli'nin arkasında kaldı. Sahi o dizi de çok acayipti. Haluk Bilginer ile Tuncel Kurtiz'le çalışmış Uluç Bayraktar Çetin Tekindor'dan o kadar kötü performans nasıl çıkarttı çok enteresan. Halbuki Karadayı'da birlikte çalıştılar. Çağan Irmak'ın Çetin Tekindor'lu bir filmini izleyin bir de herhangi bir İçerde bölümü izleyin, dediğimi anlayacaksınız.  Tekindor, Yılan Hikayesi'nde Kral'ı bile daha iyi oynuyordu. Çetin Tekindor bu kadar düşerken eşi Zerrin Tekindor'un Pek Yakında'dan itibaren hızla yükselmesi de enteresan. Yine dağıldı konu. Ulusoy'un fiziksel güzelliği, sempatik/enerjik rollere yatkınlığı tamam ama mesela gereksiz bağırıyor. Heyecanı yüksek sahnelerde sadece bağırmayı biliyor. Seslenmek için bağırıyor, sinirliyken bağırıyor. Ve hakikaten çok kötü bağırıyor. Atlama zıplama sahnelerinde tamam, afacan/hayta sahnelerde sempatik ama geri kalan kısımda bağırıyor.

Hakan: Muhafız'ın senaryosu, dediğim gibi, tarihsel kurgu düşüncesi olarak Netflix-global ürün-tanıtım açısından düşünülünce doğru tercih. Yinede kurgu benzer ürünleri mutfak robotunda yapmışsınız gibi. Bir kaşık Harry Potter, biraz Yüzüklerin Efendisi, bir parça Spider Man, bir tutam Da Vinci Code, üzerine Osmanlı-Bizans-İstanbul... Özgünlük çok fazla olmayınca oyunculukla kapatılabilirdi, orda da doğru seçimler yapılamamış gibi duruyor. Sonuçta film endüstrisi tekrar tekrar farklı oyuncularla Batman, Spiderman çekiyor ama her seferinde farklı oyunculuklarla farklı bir tat bırakabiliyor. Görsel efektlerin gelişmesi de bunda etken ama Hakan:Muhafız'da bunda da amatör kalınmış. Her ne kadar yapımcı Netflix olsa da Sense8'e ayırdığı ya da La Casa de Papel'e verdiği bütçeyi vermiş olması beklenmez ama şu meşhur yumruk sahnesi nedir Allah aşkına. Geçen hafta Twitter'da gördüğümde eski Samanyolu TV dizilerinden bir sahne sanmıştım gel gör ki Netflix'in yapımı Türk Dizisi'nin sahnesiymiş. Zaten dizide kurşun ve yara izi haricinde görsel efekt ihtiyacı yok. Polisin arabada havaya uçtuğu sahne haricinde bir patlama, çatlama sahnesi yok. Arabalar çarpışmıyor, binalar havaya uçmuyor. Heralde bütçenin büyük bir kısmı bomba sahnesine gitmiş olacak (Allah için o sahne iyiydi) ki geriye bu abukluk kalıyor. Eğer kalan bütçeyle bu çıkıyorsa, değiştirin abi senaryoyu. Hakan yumruğu bekleyeceğine kolunu kıvırıp dövsün adamı. Sizi 1,5 dakikalık çılgın Samanyolu görsel efektleriyle başbaşa bırakıyorum, tekrar birlikte olacağız.


Senaryoda boşluklar var. Mesela "Ölümsüzler" hangi motivasyonla kötülük yapıyor, bilmiyoruz. Ölümsüzleri kim gönderdi, amaçları neydi, bilmiyoruz. Ayrıca Muhafız olmak babadan oğula kanla geçen bir özellikse, ki bunun böyle olduğunu Hakan'ın abisi olduğu öğrendiğinde "Muhafızların son temsilcisi" olarak adlandırılmasından anlıyoruz, o zaman Hakan'ın amcası ya da dedesinin erkek kardeşi gibi akrabalarının varlığı olasılığı da Muhafız sayısını arttırmaz mı? Tüm zamanların en iyi yapımlarından sayılan Yüzüklerin Efendisi ile ilgili yapılan şu çizgi parodide anlatıldığı gibi bir olasılıkta 3 tane film/kitap çöpe gidecek. Tabi bu tezin üstüne söylenmiş yüzlerce "neden olmayacağını" anlatan video var Youtube'da. Yüzüklerin Efendisi'nde önceden yazılan kitaplar ile yaratılan bir Orta Dünya var ve filmi çekilen kitaplar bunun sonuç ürünü. O kısma fazla girmek istemiyorum.


Gelgelelim, Hakan: Muhafız'da da benzer bir alternatif mümkün. Son Ölümsüz (Okan Yalabık) karısının intikamıyla Hakan'ın önce kardeşlerini ardından evde annesini ve babasını öldürüyor. Hakan'ın varlığından haberi var çünkü sahne bir anlığına Ölümsüz'ün gözünden akıyor ve Hakan'ın oturduğu sandalyenin boş olduğunu görüyor. Tılsımlı hançeri bulmaya çalışıp, Hakan'ın babasından kan alıp eşini canlandırma fikrini sonradan öğrenmiş olabilir ama sülalesini öldürdüğün Muhafız soyunun babadan oğula geçtiğini biliyor olması gerekir. Evde Hakan'ı arayıp bulup öldürse bütün hikaye orda biter ve ilerde başına bela olmaz. Yeminli Sadıklar eve gelse bile onları da öldürüp, toplu kıyım yaptıktan sonra Hakan'ı bulup öldürebilir. Ama anne-babayı öldürdükten sonra Ölümsüz birden ortadan kayboluyor. Neden? Belirli saatler arasında mı ölümsüz? Görev süresi mi var? Zannediyorum Ekşi Sözlük'te ya da yurtdışı forumlarında buna benzer yüzlerce boşluk bulunmuştur. İkinci sezonun anlaşması yapıldığına göre bu boşluklar ikinci sezonda internet geribildirimleriyle doldurulacaktır. Bu bizim çok da yabancı olmadığımız bir durum zira Behzat Ç. ve ardından gelen 46 yapımlarının senaryoları neredeyse Ekşi Sözlük geribildirimleriyle şekillendi. Ama global bir işte böyle boşluklar eksi puan olacaktır. 

Özetle, Hakan:Muhafız ya da The Protector'ı farklı kategorilerde değerlendirmek gerekiyor. Yerli dizi açısından vasatın çok üstünde ama yerli internet dizisi ya da global dizi açısından vasat bir yapım. İstanbul tanıtımı açısında faydası olacaktır. Tılsımlı hançer ve yüzük gerçekten tarihi eserse ve bir müzede sergileniyorsa işte dizinin çok farklı bir boyutunu görmüş oluruz. O zaman dizinin değeri de İstanbul tanıtımı da başka seviyelere yükselir. Bunun örneklerini de görmek mümkün: Da Vinci Code'da kullanılan müzeler ya da daha yerli versiyonları... Hayır Sümbül Hanım'ın Asmalı Konağı'ndan bahsetmiyorum. Bahsettiğim, İkinci Bahar Gaziantep Sofrası. Dizide, var olan karşılıklı iki kebapçıyı farklı bir hikayeyle anlattılar ama bu Ali Haydar Antep Sofrası diye bir dükkanda çok iyi kebaplar yiyeceğiniz gerçeğini değiştirmedi. Hakan:Muhafız'da da eğer o yüzükler, hançerler, gömlekler gerçek birer tarihi eser ise, sergilendiği müzeye bilet bulmak oldukça zor olacaktır.

18 Aralık 2018 Salı

Ölü'n Bizi Ayırana Dek


Konusu : Cansu ve Serdar, evlilik hayatı canlarına tak etmiş ve boşanmaya karar vermiş bir çifttir. Boşanmadan bir gece önce kendileri için düzenlenen bir kutlama partisine katılırlar. Ancak sabah aynı yatakta uyanırlar! Bir gece öncesine dair çok az şey hatırlayan Cansu ve Serdar'ı bekleyen asıl sürpriz, salondaki kanepede uzanmakta olan cesettir.

Katil kim?
Ne yapacağını bilemeyen çiftimiz bir yandan “Hangimiz katil?” sorusuna yanıt ararken, bir yandan da ilişkilerini, evliliklerini, geçmişlerini, kendilerini bulundukları noktaya taşıyan olayları yeniden değerlendirecek ve karşılarına çıkacak bambaşka sürprizlerle mücadele etmeye çalışacaktır.

Ölü'n Bizi Ayırana Dek oyunuyla ilgili biraz araştırma yaptığınızda oyunla ilgili yukarıdaki bu iki paragrafa rastlıyorsunuz. Zaten bu bilgilerin biraz dışına çıkmaya çalışırsanız spoiler yemiş olursunuz, oyunla ilgili heyecanınız kaçabilir.

Oyun, bahsi geçen "önceki gece" hakkında ipuçları veren gölge oyunuyla başlıyor ama bu ipuçları zaten oyunun içinde tekrar veriliyor. Bazı sahnelerde müzik ve ışık oyunlarıyla mod yaratmak, dekor geçişlerini sağlamak ve bunu oyuna yedirmek konusunda uygulanan teknikler de çok iyiydi. Yapmacık olmadığına ikna oluyorsunuz. Bu iki tekniği beğendiğimi ilk etapta belirtmek istedim.

Hakan Yılmaz'ı sahnede ikinci izleyişim. Diğer oyunu olan Yetersiz Bakiye'de oyunun temposunu yüksek tutmaya çalışan, lokomotif olan bir performansı vardı. Öyle olunca da tek başına çırpınmasını görmek biraz yorucu oluyordu ve iyi bir intiba bırakmadı. Nankatsu'yu kurtarmaya çalışan Tsubasa gibiydi. Bu oyunda ise Ebru Cündübeyoğlu ile dengeli bir şekilde -adeta paslaşarak- gitmeleri seyir zevkini çok yükseltiyor. Tabi bu uyumda iki sezonluk dizi (Yalancı Romantik) geçmişlerinin etkisi de vardır. Bu ikili oyunlarını ise Tsubasa-Misaki anlaşmasına benzetebilirim. Seyirciyi istedikleri gibi oyunun hangi konusunda tutmak istedilerse o konuda tutabildiler. Sonuçta ortada iki büyük mesele var: 1. Cansu ve Serdar neden boşanıyor? 2. Katil Kim? Bunların yanında "Dün gece neler yaşandı?" "Bu olaydan nasıl kurtulacaklar?" gibi küçük merak unsurlarını da çok güzel yönlendirdiklerini söyleyebilirim. Ve bahsetmeden geçemeyeceğim: Ebru Cündübeyoğlu fiziğiyle, duruşuyla, oyunuyla sahneye çok yakışıyor ve harika bir görsel şov sergiliyor. Sahnede ilk kez izlememe rağmen hayran kaldım.

Her iki oyunun bir başka ortak ismi Cengiz Şahin. Her iki oyunun da yapımcısı aynı zamanda küçük birer de rolü var. Yetersiz Bakiye'de az ve öz konuşan mafya babasını bu oyunda ise neredeyse repliksiz nakliyatçıyı jest ve mimikleriyle gerçekten iyi oynuyor. Ayrıca Volkan Aktan'ın da 2 saat boyunca hareketsiz kalarak çok iyi bir "ceset performansı" göstermesi saygıyı hakediyor.

Oyunun düğümü bi parça sündüğü için çözümü bi parça aceleye geldiğini söyleyebilirim. Ebru Cündübeyoğlu ve Hakan Yılmaz o kadar lezzetli oynuyorlar ki, düğüm kendiliğinden mi uzun yoksa bu ikili demleye demleye, keyfine vara vara mı oynuyor o kısmını bilemiyorum. Yine de çözümü biraz daha yavaş ve biraz abartılı şaşırmalarla daha rahat anlatabilirlerdi. Belki de düğüm kısmında o kadar lezzetli oynuyorlardı ki bitmesini istemediğim için çözüm aceleye gelmiş gibi hissetmişimdir. Zira 1 saat daha oynasalar izlerdim.

Abartılı bir komedi beklemeyin. Karı-koca ilişkisini ele alan bir oyunda espriler de kadın-erkek çatışmalarından çıkıyor zaten. Tahmin edilebilir espriler doğal ve kararında bir oyunla yine de sizi güldürüyor. Kaldı ki bir stand-up performansı beklemek haksızlık olur. Ama eğlenceli bir akşam geçireceğinizi garanti edebilirim.

Ölü'n Bizi Ayırana Dek
Konsept: PuCCa
Yazan: Murat Dişli, Alper Atalan, Zeki Enes Akkan, Ebru Cündübeyoğlu
Oyuncular: Hakan Yılmaz, Ebru Cündübeyoğlu, Volkan Aktan, Cengiz Şahin
Yöneten: Hakan Yılmaz
Yapımcı: Cengiz Şahin
Işık Tasarım: Burak Gürsoy
Genel Koordinatör: Fatih Aydın
Afiş Tasarım: Gülden Aydın

Kan ve Gül - Alper Canıgüz


Back To The Future filminin zihnimde açtığı ufukla geçmişten beridir çok severim zamanda yolculuk temalı öyküleri. Butterfly Effect filmi de bu konuda efsanelerdendir mesela. İster film olsun ister kitap bu hikayeleri izlemeye ve okumaya ayrı bir merakım vardır. Kan ve Gül de zamanda yolculuk temalı bir eğlencelik.

Alper Canıgüz'ün beşinci kitabında ana karakterimiz Aziz, gençlik hayallerinin çok uzağına savrulmuş bir kitap çevirmeni. Üniversite yıllarındaki haytalıklarının, hayallerinin-hedeflerinin ve tiyatro tutkusunun geldiği noktada hayatını sorgulayan Aziz, birden ikinci bir şansı elde eder ve aslında hiç tanışmadığı ama bir yerde bu savruluşunun kırılma noktalarından biri olan Abdül'ün hayatını kurtarmaya çalışır. Üniversite yıllarından biricik aşkı eski karısı Nergis ile velayeti annesinde olan kızları Zeynep'in dans gösterisine gittiklerinde meydana gelen felaketle üniversite yıllarına geri döner.

Alper Canıgüz, olur ya, bu yazımı okusa belki eseri için eğlencelik dediğime kızabilir ancak bu biraz benim tanımım. Rahat okunan, mizah unsurları bulunduran toplu taşımada rahat okunabilen kitaplar için kullandığım bir tabir. Bu tanıma Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler ya da Müptezeller kitapları da buna örnek verilebilir. Kasvetli, yağmurlu-karlı bir haftasonu dışarıda işiniz yoksa ve evde tembellik yaparak geçirmeyi planladığınız gününüze kalite katacak kitaplar. Eğlencelik kısacası... Toplu taşımada okumak demişken kitabı 3 parçada okudum ben de. Toplu ulaşım araçlarında telefona bakmaktan sıkıldıysanız çantanızda bulundurun bu kitabı. Eğlencelik dememin bir nedeni de o. Zamanında sık sık yaptığım uzun metrobüs yolculuklarımda Nutuk'a başlamıştım ama o hayli yorucu oluyordu. Bu tarz "eğlencelik" kitapları tercih ederseniz, hele bir de yetişme telaşınız yoksa, yolculuk yorgunluğunuzun olmayacağına sizi temin edebilirim.

3 parçada okuduğumu söylemiştim kitabı yani 3 yolculukta. İlk parçayı bitirdiğimde yukarıda bahsettiğim kısma kadar okudum yani Aziz'in başına gelen kazadan sonra üniversite yıllarında uyanmasında. Kitaba başlarken Alper Canıgüz'ün diğer iki eğlencelik kitabı Oğullar ve Rencide Ruhlar ile Cehennem Çiçeği referans olduğu için de kitabın konusunu-hikayesini öğrenmeden girişmiştim. İneceğim yere geldiğimde kitabı kapatıp bu sefer de arka kapağını okuyunca birden favori kitabım (malesef blogda onunla ilgili yazı yok) Sil Baştan - Ken Grimwood aklıma geldi. İş yerinde kalp spazmı geçiren kahramanımız üniversite yıllarında yeniden doğuyor (ne kadar benzer öyle değil mi), şartlara alıştıktan sonra hemen cebindeki tüm parasını haftasonu yarışlarındaki sürpriz ata yatırarak vurgunu vuruyor, ardından da Apple, IBM, Microsoft gibi 2000'lerde çok değerlenecek firmalara yatırım yaparak zengin oluyor, nihayette aynı gün aynı saatte yine ölerek yine gençlik yıllarına dönüyordu. 30-40 sayfada bu döngü tamamlanınca kahramanın eline geçen inanılmaz fırsatı değerlendirerek zengin olmasını kıskanarak "Bu ne lan, bütün kitap boyunca adamın nasıl zengin olduğunu mu okuyacağız" diye içimden geçirmiştim. Kan ve Gül'ün arka kapağını da okuduğumda benzer bir hikayeyle karşı karşıya olduğumu ama kitabın kalınlığından sadece tek bir döngüyü okuyacağımı tahmin ettim.

Kahramanımız Aziz, geçmişte geçirdiği günlerde, hiç tanışmadığı ama o günlerde hayatını şekillendiren bütün olayların düğüm noktasında bulunan Abdül'ün cinayetini engellemeye çalışıyor. Bir sosyopat olan Abdül ile biricik aşkı Nergis'in kendisini aldattığını düşünerek içten içe öfke duysa da bir taraftan da sevgi besliyor Abdül'e. İşte bu çelişkiler yumağı içinde çözülmeye çalışılan bir cinayet. Belki de katil Aziz'in ta kendisidir...

Alper Canıgüz anlatmak istediğini çok net anlatan bir yazar. Kalemi o kadar yumuşak ki kitapları su gibi akıp gidiyor zaten. Kitabın kurgusu 90'ların ilk yarısındaki Boğaziçili öğrenciler çevresinde gerçekleştiği için sol fraksiyonların, zengin burjuva çocuklarının ve hatta İslamcıların düşüncelerine ait fikirler elde ediyorsunuz. Klişe sol sloganlarla konuşanlar bir yana sizi gerçekten sorgulamaya ve düşünmeye sevk eden Abdül'ün tiratları gerçekten etkiletici. Ayrıca, kitapta önceki iki kitabından karakterler olan (Oğullar ve Rencide Ruhlar, Cehennem Çiçeği) Tahtakafa, Amcabey ve Kız Tevfik'e çakılan selamlar da gözümden kaçmadı. Yine kitapta Aziz, kantinde Olgular ve İncirci Çocuklar romanı yazan Alper ile tanışması ve Alper'in kitabının konusu, Canıgüz'ün kendi kendine gönderme yaptığını düşünmeme sebep oldu. Zira yukarıda adı geçen her iki kitapta kahramanımız Alper Kamu, 5 yaşında, zehir gibi zeki olan, mahalleden arkadaşları olan ve cinayetleri çözmeye çalışan bir velet. Alper Kamu isminin ise Albert Camus'tan geldiğini, Albert Camus'un da "absürt" akımından olduğunu bi yerlerde okumuştum. Kitapların konularına baktığımız zaman da Alper Canıgüz'ün de Camus'un yolundan gittiğini, en azından, absürtlük açısından söyleyebiliriz. Sanırım ilerleyen zamanlarda Camus ile tanışma vaktim geldi.

Kitapla ilgili spoiler sayılabilecek bir bilgiyi çok da detaya girmeden yazıp, konuyu kapatayım. Kitapla ilgili tadım kaçmasın diyorsanız bu paragrafı okumadan atlayabilirsiniz. Nergis'in aldatma şüphesinde olasılıklardan diğeri o kadar barizken Canıgüz size yumuşak diliyle bu olasılığı unutturuyor. Aslında unutmaktan ziyade kitabın sayfaları azaldıkça o olasılığı düşünmemeye ikna oldum. Finalde karşıma çıkınca "biliyordum" diye iç geçirmedim değil.

Kan ve Gül - Alper CANIGÜZ (Nisan 2017)
İkinci Baskı: Nisan 2017
April Yayıncılık

30 Haziran 2018 Cumartesi

Seçimlerin Ardından - 2

Başlık "Seçimlerin Ardından-2" ama henüz birinci yazıyı yayınlamadım. Aslında başladım yazıya. Özellikle yazarken bulmayı hedeflediğim bazı sorular vardı. Her akşam her bir parti ve aday için düşüdüklerimi yazıyordum ancak yazdıkça sorular çoğalıyordu. O yüzden yeniden bir yazı yazmaya, bu sefer doğrudan aklımdaki sorulara cevap bulmaya karar verdim.

Evet Erdoğan müthiş bir zafer kazandı. Evet MHP beklenmedik sürpriz yaptı. Evet HDP, CHPli seçmenin oylarıyla barajı geçti ve meclise girdi. CHP başarısız oldu, İnce yeni bir siyasi figür vs. Bunları zaten size her gün televizyonlarda ve gazetelerde anlatıyorlar. Biraz anlatılmayanlara bakalım.

1. Erdoğan'ın zaferini kendisi bile beklemiyordu. Çünkü seçim tarihi açıklandığında "anketlere göre ilk turda alıyoruz" söylemleri yerini anket açıklamamaya, ardından da son dakikada "yeni koalisyon ihtimali" söylemlerine bıraktı. Buna bir de millet kıraathanesinde kek-çay vaatlerini, Erdoğan'ın yorgun ve bezgin halini, MHP ile ittifak çatırdamalarını vs. ekleyince seçimin ikinci tura kalacağı algısı oluştu. 

2. MHP beklenmedik bir başarı yakaladı. Parti olarak 5-7 puanda gözüken MHP %11 ile seçimin sürprizi oldu ve bir anlamda ittifakına meclis çoğunluğunu kazandıran parti konumuna geldi. MHP ile ilgili gariplikler yok mu? Elbette var. HDP'nin oy deposu olan Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgede HDP'nin oyu düşerken MHP'nin oyu yükselmiş. Yani Kürt milliyetçileri Türk milliyetçisi olmuş. (Bunun nedenlerini her seçimden sonra yapılan İPSOS araştırması ile detaylandırabiliriz.) Bunlar zaten her yerde söylenen tespitler. Ama başka bir söylenen tespit var ki tamamen zırvalık. Oraya gelmeden önce nasıl oldu da MHP ve Erdoğan seçimin kazananı oldu. .

Dünya'da Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik dalgası dünya savaşları ile tsunami etkisi yarattı. Milliyetçilik 2.0 ise Sovyet Rusya'nın dağılmasından itibaren küreselleşme etkisiyle yeni bir dalga ile geliyor. Amerika'nın, dünyada tek güç kalmasından sonra, özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika üzerindeki planları Batı'ya göç dalgası ile sirayet etti ve şimdi bu dalga ırkçılık olarak tsunamiye dönüşmek üzere. Bunların detaylarına çok fazla girmeyeceğim çünkü çok derin bir dehliz. Batı'da ırkçılık yükseldikçe geri kalmış toplumlarda da bu milliyetçilik/kavmiyetçilik olarak sirayet ediyor. Hele hele Erdoğan gibi bu damarı yakalayan bir liderle bu ülkemizde daha da farklı bir hal aldı. Demokrasiden uzaklaştıkça büyüyen, büyüdükçe de demokrasiden uzaklaştıran ve dalga dalga yayılan bir tehlike bu. Yani "Afrin harekatı oya yansımadı" aksine "Oy, Afrin harekatını doğurdu" diyebiliriz. Evet, bir dip dalgası geldi ama bu İYİ Parti ve CHP'nin üzerinde sörf dalgası yapacağı bir dalga olmadı aksine AKP ve MHP'nin şu an bu dalganın üzerinde sörf yapıyorlar. Malesef demokrasiye inanan insanların içindeki umut bu dalgayı -ben de dahil- görmesine engel oldu. Bu dalga daha da büyüyor ve ısrarla büyütülüyor. Nasıl büyütüldüğüne birazdan değineceğim ama önce MHP ile ilgili zırvalığa döneyim.

MHP'nin ittifakta meclis çoğunluğunu sağlayan parti olması Bahçeli'nin elini çok güçlendirdiği söyleniyor ama ben bu fikre katılmıyorum. Şüphesiz bir kozdur ancak karşı hamleyle işlevsiz kalacaktır. Bilinen şu ki, cumhurbaşkanı liderliğindeki hükümet meclise yasa teklif edecek ve bunun geçmesi meclis çoğunluğuna bağlı. Burada Bahçeli, Erdoğan'a yasa dayatabilir. Ayrıca meclisin yasa teklifi cumhurbaşkanı tarafından veto edilirse yine 301 milletvekili ile mecliste yasa kabul edilebiliyor. Yani Bahçeli'nin dayattığı yasaları Erdoğan reddederse, bu sefer MHP'nin millet ittifakı tarafına yanaşması ve dengeyi değiştirmesi söz konusu olabilir. Bu açıdan Bahçeli'nin elinde çok güçlü bir koz var. Ancak atlanan nokta ise cumhurbaşkanının gerekli gördüğü durumlarda OHAL ilan etme yetkisi var. Yani Bahçeli ayak direttikçe Erdoğan tek adamlığının keyfini süremeyecek ve OHAL ilan edebilecek. Bu saatten sonra da meclis tamamen işlevsiz kalacak. Ayrıca KHK'nın adı da "cumhurbaşkanı kararnamesi" oldu. Her ne kadar burada "çıkan kararname hakkında bir yasa varsa yasa yürürlükte olur" maddesi yer alsa da yasalardaki boşluklarla kararname yetkilerinin kullanılabileceğini söylemek yanlış olmaz. Erdoğan'ın anayasa hukukçularından bir danışmanlar ordusu kurması sürpriz olmayacaktır. 

Hemen kısaca diğer adaylara ve partilere değinip dip dalgası nasıl yaratılıyor oraya gelelim. Öncelikle 65-35lik sağ-sol ayrımı hala var. İYİ Parti'ye oy verenlerde İnce'yi destekleme eğilimleri gözükse de parti bazında baktığımızda bu ayrım çok net gözüküyor. Burada İYİ Parti'nin meclisteki tutumu insanların kafasındaki bu ayrımı kırmak için fırsat verecektir aksi halde olası senaryolarda çok da uzun olmayan bir ömrü olacaktır. Hele hele Akşener'in seçim gecesi ortalıktan kaybolması ardından da 25 Haziran sabahı 27'sinde açıklama yapılacağının duyurulması ama 26'sında açıklama yapılması gibi tutarsızlıkları da eklersek, prestij kaybının olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Olası senaryolarda ise; ya İyi Parti gelen bu milliyetçilik dalgasına kapılıp cumhur bloğuna savrulur ve MHP'den ayrılmalarını anlamsızlaştırarak yok olur ya da olası Erdoğan-Bahçeli çekişmesinden MHP bu tarafa savrularak İYİ Parti'nin varlığını tehdit eder. Gelelim seçim gecesi ortalıktan kaybolan bir diğer isim İnce'ye. Seçim gecesi, diğer muhaliflerle birlikte, yaklaşık 23 milyon kişi bir açıklama beklerken Whatsapp mesajıyla uykuya gönderilmesi büyük hayal kırıklığıydı. Ertesi gün yapılan basın toplantısı ile durum biraz toparlandı, slogan bulundu, kitle canlı tutuldu, uygarca yenilgiyi kabul etti vs. Bunlar hergün okuduğunuz şeyler zaten. İnsanlar hala İsmail Küçükkaya'nın yaptığının gazetecilik olup olmadığını tartışıyor ama o basın toplatısındaki bir oda dolusu gazeteciden şu sorunun gelmemesini tartışan yok: "Televizyonda mesajınız okundunda saat 00.45 idi. Basın toplantınız saat 12'de. Siz, bu aradaki yaklaşık 11 saatte ne yaptınız. Mesela kaçta uyumaya gittiniz?" Öyle ya "adam kazandı" diye mesaj atıp elindeki tutanaklarla seçimin dönmeyeceğini anlamışken hala tutanak didikliyor olamazsın. Sen de yatıp uyudun mu? Yoksa sabaha kadar oturup ne yaptın? Oy mu kovaladın? Oy kovaladıysan mesaj ne iş? Bu soruların cevabı Muharrem İnce'nin güven eşiğidir. Tatmin edici cevap gelmediği sürece benim kendisine güvenim yok.

Peki ya CHP'ye ne demeli. Oluşturduğu ittifaktaki partilerden biri 7 ay önce kurulmuş diğerinin oy oranı %2. Yani o ittifakta seçim yardımı alan tek parti CHP ve lokomotif durumunda. Hal böyleyken insanları Anadolu Ajansı'nın manipülasyonlu kucağından kurtaracak alternatif bir sistemi geliştirmeyi beceremiyorlar. Ayrıca bu manipülasyon seçimden 4 gün önce başlamış ve adayların aldığı oy sayıları televizyonda verilmiş üstelik her seçimde yapılıyorken. Ya da saat 22 sularında Erdoğan balkon konuşmasına hazırlanırken Bülent Tezcan'ın çıkıp "Kimse kendi kendine gelin güvey olmasın, seçimler ikinci tura kalıyor" diye bir açıklama yapıp 3 saat sonra da "kaybettik" bile denilemeyen bir garabet gösterisi yaparsa, kimse kusura bakmasın ama, bunun adı rezilliktir. Ülkenin ana muhalefet partisi seçimleri 3 saat geriden takip ediyor demektir. Bu rezillikten utanmadan ertesi gün "satılan şeker fabrikalarının şehirlerinden, Ordu-Giresun fındık deposundan,X'den Y'den AKP birinci parti çıkmış, MÜSTEHAK" açıklaması tam bir pişkinliktir. 

Asıl bu kadar beceriksiz bir ana muhalefetin olduğu yerde bu sonuçlar müstehaktır. CHP organize olamayan bir partidir. Meselenin özü budur. Büyük bir organizasyon beceriksizliği söz konusu. Parti'nin en büyük özelliği soldan hatta sağdan bile geniş bir fraksiyon çeşitliliği varken tepeden inme bir yönetim anlayışı bu organizasyonsuzluğun nedenidir. Lego parçalarıyla yaptığınız Eyfel Kulesi'nin uç noktasına çekiçle vurduğunuzu düşünün. İşte size CHP. Erdoğan'ın gücü eline alınca CHP'yi kapatma yoluna gideceğini düşünüyordum ama bu tezimden vazgeçtim. Kendini anlatmakta bu kadar yetersiz ve örgütlenme becerisi düşük olan bir parti varken Erdoğan CHP'yi karşısına koyup oy toplamaya devam etmek isteyecektir. CHP'nin en tepesindekilerden en alt birimindekilere kadar şu metaforu anlamaları lazım. Keki kabartmak için içine hava hapsetmek gerekir. CHP tabandan bir harmanlamayla tepeye doğru dalga dalga büyüyen bir demokratikleşme adımları atmak zorundadır. Bu yapıya artık CHP seçmeni oy vermeyecektir.

CHP seçmeni ise HDP'yi meclise sokarak Kürt Sorunu için adresi meclis olarak tayin etmiş, sağ-sol kutuplaşmasının ezici olmasına ket vurmaya çalışmış ve demokrasiden yana tavır koymuştur. Ancak bu oylar HDP'ye böyle giderse tekrar verilmeyecek oylardır. HDP'nin Türkiyelileşmesi için atılan son işaret fişeğidir. Benim anlamadığım bir diğer nokta ise Erdoğan Karayılan'a "Meclis diyorsan meclise gel" dediği halde (bkz. 24 Haziran 2018 Erdoğan'ın Avcılar Mitingi) CHP seçmeni HDP'yi meclise soktu diye denmedik laf bırakılmaması. Eğer HDP=PKK ise bu çağrıyı zaten Erdoğan yaptı, CHP seçmeni de uydu. Yok eğer HDP yasal bir parti ise (ki seçimlere girebildiğine göre öyle) o halde HDP'nin barajı geçmesi için ve yaklaşık 7 milyon kişinin oyunun çöpe gitmemesi için destek verilmesinde ne sakınca var? Aslında sakınca yaratılmak istenen "dalga"da. İşte bu yaratılmak istenen "dalga"da 7 milyon kişiyi terör destekçiliği ile bir tutan devlet dilinden bahsediyoruz. 80 milyon nüfuslu bir ülkenin 7 milyonu terör örgütü destekçisi ise dükkanı kapatmak lazım.

Şimdi gelelim yaratılmak istenen bu "büyük" dalgaya. Lafı hiç evirip çevirmeye gerek yok, iç savaşa doğru adım adım gidiyoruz. 15 Temmuz gecesi TSK envanterinden kaybolduğu ve Ak Partililere dağıtıldığı kulaktan kulağa söylenen 106bin civarı silah ışığında sadece 1 ay içinde olanları alt alta yazalım:

  • Ahmet Maranki isimli madrabazın Belgrad Ormanı'nda talim yapıp gömdükleri
  • Devlet Bahçeli'nin af çıkışı ve organize suç örgütü liderini ziyareti: Böylece MHPlilerin belinden silahı çıkaran Bahçeli geri koyarak kendi milis gücünü oluşturmaya çalışacak. Google'da 1 Ocak 2010-1 Ocak 2018 tarihleri arasında "Bahçeli-Çakıcı" araması yaptım. Herhangi bir ziyaret olmadığı gibi sadece zaman zaman Çakıcı'nın yazdığı mektuplar haber konusu olmuş.
  • İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun HDP'ye oy verecek diye CHP seçmenini tehdidi
  • Yine Soylu'nun Suruç olaylarının suçlusunu Muharrem İnce olarak gösterip peşine CHP seçmeni için "Mantar tabancası patlasa korkudan 5 gün evden çıkamazlar" sözü
  • Seçim gecesi yaşanan silahlı kutlama (16 yılda hiçbir seçim sonucunu silahlarla kutlamamış bir tayfa var ve Sultangazi'de parkta uzun namlulu silahlarla yapılan 14 dakikalık video herkesin malumu)
  • Seçimden sonra gelen sağlı sollu salvolar. Süleyman Soylu'nun Pervin Buldan'ı arayıp tehdit etmesi. "CHP il başkanları şehit cenazelerine katılamaz" talimatı. Israrla verilen PKK=HDP, HDP'ye yanlayan CHP imajı ile öcü yapılmaya çalışılan bir kitle
  • Bahçeli'nin MHP'nin oyunun 5-7 puanda gözüktüğünü söyleyen bütün gazetecileri hedef gösteren bildirisi
  • Çakıcı'nın Erdoğan'a tehdit mektubu ardından da Karar Gazetesi yazarlarını doğrudan tehdit eden mesajı
  • Temel Karamollaoğlu'nun korumalarının çekilmesi
  • Ve bütün bu gelişmeler yaşanırken, günde 3 öğün televizyonlarda olan hatta güvenlik kameralarına dahi konuşan Erdoğan ortalarda gözükmüyor. Ülke hızla yangın yerine doğru savrulurken ülkenin faal ve seçilmiş lideri hala ortalarda yok. İnsan düşünmeden edemiyor; BOP'un Türkiye planı bir iç savaş stratejisi mi?
Peki bütün bunlardan nasıl çıkarız? PKK, HDP üstünde tahakküm kurmaya çalışmalarına devam edecektir. Türk milliyetçiliği bu kadar yükselirken Kürt milliyetçiliğinin yükselmemesini beklemek saflık olur zaten. HDPnin buna direnip direnmemesi gücünü belli edecektir.  Beceriksiz CHP yönetiminin tutum ve söylemlerinin hiçbir karşılığı yok. Herhangi bir oyun kurma durumunda değiller. Ancak kendilerini savunma durumuna geçebilirler. MHP'nin kilit parti olma söylemi doğru. Fakat bu doğruluk ilerleyen günlerde nasıl bir tutum alacaklarına göre şekillenecek. Sokağa dökülmek adına kapının eşiğinde duran milliyetçilere izin mi verecek yoksa bu yoldan vazgeçip mecliste çözüm arama yoluna mı gidecek?

Türkiye'de son 5 yılda yaşanan 3 önemli olayın önümüzdeki 20 yılı etkileyeceğini düşünüyorum.
  1. 7 Haziran seçimlerinin akşamı, Ak Parti tek başına iktidarı kaybetmişken saat 21 sularında Bahçeli'nin çıkıp olası bütün koalisyon ihtimallerini reddedip erken seçim çıkışı yapması ve akabinde o saate kadar ortalıkta gözükmeyen Ak Partililerin derin bir nefes alarak konuşma yapmaları. Sonrasında yaşanılan süreci hatırlayalım. MHP içindeki muhalif grup 1 Kasım seçimleri ile iyice ayağa kalktı. Olağanüstü genel kurul kararı önce alındı sonra mahkemeler yoluyla iptal edildi. MHP referandumda Erdoğan'ı destekledi. Muhalifler İYİ Parti'yi kurdu. O gece Erdoğan-Bahçeli arasında bir pazarlık olduğu şüphe götürmez bir gerçek.
  2. 15 Temmuz akşamı Erdoğan tutarsız açıklamalarına göre saat 20.00 civarı darbeyi öğrenip saat 01.00'da CNN Türk'e bağlandı. Bu 5 saatlik dilimde Erdoğan kimlerle ne pazarlıklar yaptı ve nerede tam olarak ne yaptı?
  3. 24 Haziran gecesi Muharrem İnce ve Akşener 25 Haziran sabahına kadar nerede ne yaptılar?
Komplo teorilerine, Ameriganın oyunlarına, İsrail lobisine falan çok meraklıyız ama yakın siyasi tarihimizi bu bilinmeyen 3 gece şekillendiriliyor.

Özetle; "Biz o günleri yaşadık" diye diye üzerimize iç savaş korkularını bocalayan anne-babalarımız, elleriyle bize iç savaşın eşiğinde bir ülke bıraktı. Burdan çıkmak için ya aşağıdan yukarıya yeni bir siyasi düzen inşa etmek için çalışmamız lazım ya da MHP ve İYİ Parti gibi iki milliyetçi partinin insafına kalmış durumdayız. Bakalım ilerleyen günlerde bu yoğun baskı nasıl patlaklar verecek?

10 Haziran 2018 Pazar

Son Seçim Ama "Nasıl?"

Birkaç gün önce yazdığım Seçimler Yaklaştıkça Kampanyaların Son Durumu yazımda bahsettiğim ve daha sonra biraz daha detaylandırmam gerekecek diye düşündüğüm birkaç hususla ilgili kafamda taslak hazırlarken Bekir Ağırdır'ın Ruşen Çakır ile söyleşisine denk geldim. Aynı düşüncelerde olduğumuzu fark ettim ve düşüncelerimi yazıya dökmeyi biraz öne çektim. Özellikle Ağırdır'ın programda "bu son seçim olmayacak" diye bahsettiği benim de yazımda "Seçimin olası sonuçlarıyla ilgili ayrıca yazarım ancak şunu söyleyebilirim ki hangi taraf kazanırsa kazansın bir sonraki seçime kadar devleti vicdan eksenine oturtmadıkları sürece siyaset sahnesinden silineceklerdir." söylemimi biraz daha açmayı planlıyorum.

Ağırdır'ın programda söylediği bir veriden faydalanmak istiyorum. 32 yaş altı seçmen sayısı 19 milyon. Bu sayı 20 puana tekabül ediyor. Bu yaşı biraz daha genişletip Behzat Ç'de Şule'nin dediği "Özal kuşağı gençlik" yavaş yavaş belirleyici olmaya başlıyor. Bilimsel araştırmalarda kuşak farklarını SK,BB,X,Y,Z şeklinde sınıflandırıp 1980-1999 arası doğumlular Y Kuşağı olarak adlandırılıyor. Özellikle Gezi Eylemleri'nden sonra gündem olan bu kuşağın, anne-babalarının bulunduğu BB ve X kuşaklarıyla tezat yaşaması kaçınılmaz. İnternette basit bir araştırmayla kuşakların özelliklerine erişebilirsiniz. Gezi zamanında bu kuşakları Hürriyet'te Ayşe Arman'ın Evrim Kuran ile yaptığı röportajda öğrenmiştim. (İlgili röportaj için tıklayınız) Evrim Kuran'ın TEDx'te 2016 yılında yaptığı sunumu da şöyle bırakıyorum ve izlemenizi tavsiye ediyorum.



Y Kuşağı; parayı amaç değil araç olarak görmekte. Hayatta kalmak için para kazanmak yerine parayı nasılsa kazanırım bu nasıl en hızlı ve eğlenceli olur şeklinde düşünüyor. Kilit slogan: özgürlük. Toplumun herhangi bir özgürlük kısıtlamasına karşı çıkıyor. Herhangi bir otoriteyi kendinden üstün görmüyor. Bu devleti yöneten de olsa, şirketteki yöneticisi de olsa fark etmiyor ve itiraz hakkını kullanıyor. İnternet ve teknoloji kullanımı daha da önemlisi bunlara adaptasyonu üst düzeyde.

Bunun peşinden bir Z kuşağı geliyor ki, bu kuşakta 4 kuzenim 1 yeğenim olmasına rağmen ben bile onların algılarını fark etmekte zorlanabiliyorum. Doğrudan internetin içine doğmaları, tabletleri ellerine alma yaşları 2'ye düşen bir jenerasyon bu. Y kuşağın yaygın esprilerinden biridir mesela tablet kullanan çocuğunu dahi zanneden ebeveynlerle dalga geçmek. Ve bu kuşağın ilk temsilcileri yavaş yavaş oy kullanmaya başlıyor.

Şimdi siyasete ve seçime geri dönelim tekrar. Önceki yazımda bütün siyasi partilerin bu gençlerin isteklerine yönelik kampanya yapmaya başladıklarını yazmıştım. Kısa ve öz videolardan ilgi alanlarına yönelik seçim şarkılarına, mizahın dilini kullanmaktan genç buluşmalarına daha bir sürü ana ekseni Y ama Z'ye de göz kırpan bir kampanya dönemi başladı. 

Y kuşağında siyasi ideolojiler oturmaya, dünya görüşü netleşmeye başladı ancak tartışma ikliminde yanlışa yanlış diyecek bir hoşgörüden bahsedebiliriz. Kuşağın ikinci yarısının Ak Parti iktidarında ergenlik dönemine girdiği gerçeği ile seçimlerden sonra yapılan anketlerde genç seçmenin Ak Parti'den uzaklaşmasını da eşleştirebiliriz. Buna bir de tamamen Ak Parti iktidarının içine doğmuş olan Z kuşağının değişen sınavlarla tahrip edilen eğitim hayatını ekleyelim. İşte "seçimin sonucu ne olursa olsun kazananın son iktidarı olacak" dememin, Ak Parti açısından nedeni bu. Haziran 2018 seçimlerinden 8 ay sonraki yerel seçimler de bu açıdan fazla etki yapmayabilir ancak 2022-23 civarında yapılacak seçimlerde artık İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşak yani bu günlerde bizi güldüren "Laiklik elden gidiyeah" amcanın jenerasyonu mutlak sonla karşılaşacaklar. Bu yaş sınıfından cumhuriyetin 100. yaşını görebilen seçmenin oranı iyice azalacak. Bir de üstüne neredeyse seçmenin %50sini oluşturacak olan Y ve Z kuşakları gelecek. Eğer Erdoğan dediği gibi "kindar" nesil yetiştirdiyse Z kuşağının mahvedilen eğitim sisteminin intikamını alacağı kaçınılmazdır. 

Yukarıdaki videoda anlatıldığı üzere Y kuşağının adı İngilizce'deki "Why? (niçin)"den geliyor. Türkiye'de bunun karşılığını "Nasıl?" diye aktarıyor Evrim Kuran. Kişiler üzerinden bu olguyu açarsak, Erdoğan tam anlamıyla bir BB kuşağı. Hedef kitlesi ise SK,BB ve X kuşağına vermiş olduğu kazanımlar. Bu kuşakların ortak özellikleri bu açıdan kazanımları bir lütuf gibi gördükleri için bunun yolunu yapana sadakat besliyorlar. Ayrıca "sadakat" sözcüğü onlar için dönekliğin zıttı. Yani tercihlerini çok değiştiren bir yapıda değiller ve bunu döneklik olarak adlandırıyorlar. Aksine Y kuşağı ise tüketici bir kuşak oldukları için fayda/zarar analizi ile oy tercihini değiştirebiliyor. Bu sebeple seçmen sayısı gençleştikçe; Erdoğan'a oy vermiş olsalar dahi bundan vazgeçebilirler. Fayda/zarar analizi de yaparken bilmedikleri bir dönemle kıyaslamaktansa dünya ve kendi inandıkları değerlerle kıyaslama yapmayı tercih ediyorlar. Bu sebeple geçen hafta Erdoğan'ın emekliler ile bir araya gelerek (SK,BB ve X kuşağı) "Gençlere 'Eski Türkiye'yi anlatın" dedi. Çünkü "Eski Türkiye" kavramının Y kuşağının geç jenerasyonu ile Z kuşağının anlamasına imkan yok. Mesela Y kuşağı için "başörtüsü sorunu" tamamen çözülmüş durumda. Artık tüketilmiş bir sorun üzerinden oy istenmesini ya da buna tutunulması tamamen anlamsız geliyor. Z Kuşağı ise böyle saçma şeylerle yıllarca neden zaman kaybedildiğini dahi anlayamıyor. Yine bu fayda/zarar analizi kafalarında oluşturdukları bir T cetveli ile inceleniyor. Gelir-gider tablosu olarak bilinen bu T cetveli, Ak Parti başlığında incelendiğinde, Türkiye'nin herhangi bir sorununda yapılanları olumlu tarafa yazarken sağ tarafa da olumsuzları yazıyor. Verilen bütün vaatlerin karşısına da "Neden? (why) " sorusu çıkıyor. "16 yıldır iktidardasın, neden yapmadın?" İlkokulda seçtiği sınıf başkanını işini doğru yapmadığı için öğretmene söyleyip değiştiren bir nesle neden yapmadığınızı açıklamanız güçleşiyor.  Tam da burada, Ak Parti, tarafsız bir hareket kisvesi altında Youtube ve Twitter'da "İlk Oy Hareketi" hesabı üzerinden gençlere nereden nereye geldiğimizi anlatmaya çalışıyor. Tabi ki orada da "Neden" sorusu bütün anlatıların karşısında bir kabus gibi dikiliyor. Dolayısıyla, 24 Haziran seçimlerinin galibi olsa dahi Erdoğan, bir sonraki seçimlerde bu bakiyeyi taşıyamayacaktır. Zaten ben ömrünün de bir sonraki seçimlere yetmeyeceği kanısındayım. Bu sadece tahmin, olası bir suikast haberi falan almadım, tutuklamaya gelmesinler. Özetle, cumhuriyetin 100. yılının arifesindeki seçimlerde Erdoğan, kendi torunlarından bile oy alamayacaktır.

Peki muhalefet için neden son seçim olacak? Öncelikle 24 Haziran'a kalan 13 günde yapmak zorunda olduklarını tekrar hatırlatarak konuya başlayayım. Baştan beri dediğim gibi yola çıkarken bir planları olduğunu düşünüyordum. Bu plan çerçevesinde ise belirli tarihlerde insanların yanlış bir şeyler olduğunu düşündüğü ya da hemfikir olduğu eğitim, adalet ve ekonomi konularında ekiplerin açıklanması gerektiğini düşünüyordum. Öncelikle muhalefet liderlerinin Y kuşağına temasını biraz irdeleyelim, sonrasında genel çerçeveye tekrar dönelim.

Meral Akşener "cesur kadın" kimliği ile ortaya çıkıyor. Kadınların toplum hayatında yerinin öne çıkarılması, haklar kazanması, istihdama sokulması Y kuşağının hemfikir olduğu konulardan birisi. Bu sebeple Akşener'in "ilk kadın cumhurbaşkanı" olma ihtimali bile başlıbaşına bir seçilme sebebi. Biraz daha soyutlarsak, seçmenin hiçbir siyasi heybesi, yaptığı-yapmadığı, geçmişi, hiçbir şeyi olmadığı bir Türkiye hayal edin. Yine aynı şekilde heybesi boş olan iki aday düşünelim. Aralarındaki fark sadece birisi kadın, diğeri erkek. Nüfusun %50-50 diye kadın-erkek diye ayrıldığını düşünürsek, başabaş gidecek yarışı Y kuşak erkek seçmenlerin "ülkeyi bir kadın yönetsin" tercihi ile değiştireceklerini iddia edebilirim. Bu açıdan Meral Akşener'e içten içe inanılmaz bir destek var. 

Temel Karamollaoğlu ise, SK jenerasyonundan. Değişime kolay adapte oldu ve parti gençlerinin internet kullanımı yönlendirmesini hemen sahiplendi. Bunun en büyük örneği ise attığı şu tweet. Normal şartlarda, partisinin eski seçmeni diyebileceğimiz amcanın sözlerini değiştirerek kendilerine yöneltilen eleştirilere hicivle cevap vermek aslında bütün bu yazının özeti. Karamollaoğlu'nun bu değişime adapte olmasında şüphesiz tekstil mühendisi olmasının, İngiltere'de okumuş olmasının ve dil bilmesinin etkisi var ancak kuşak çatışmasını fark edip buna dönük strateji belirlemiş olması çok önemli. Karamollaoğlu torunlarıyla, Erdoğan'ın torunlarıyla ilişkisinden daha iyi ilişkisi olduğunu da garanti edebilirim.



Ahmet Şık'ın milletvekili adayı olduktan sonra söylediği "Herkes kendi partisi için 'Keşke Selahattin Demirtaş bizim liderimiz olsa, partimiz iktidar olurdu' söylemi içersinde. İşte Selahattin cumhurbaşkanı adayı,  seçelim öyleyse" sözünden yola çıkarak Demirtaş'ın gençler arasında büyük bir albenisi var. Kuşaklar arası geçişin kalın kırmızı çizgilerle olmadığının örneği kendisi zira yaş itibariyle X kuşağına denk gelse de Y kuşağı arasında çok popüler. Tutsaklık halinde bile Twitter'ı oldukça etkin kullanıyor. HDP içindeki gençler de medyanın kendisine tamamen kapalı olduğunu gördükleri için internet üzerinden gidiyorlar. Atılan her twit, yapılan her espri ise Mario'nun taşlara kafa atarak altın çıkarması gibi prim yapıyor. Normale dönmüş bir ülkede Demirtaş'ın siyasi kariyeri nasıl şekillenecek, hep beraber izleyeceğiz.

Gelelim zurnanın son deliği Muharrem İnce'ye. Endüstri 4.0, fabrika, iş, füzyon, yapay zeka, uzay madenciliği. Tamamen Y kuşağına hitap eden bir ufuk çizgisi. Bunların konuşuluyor olması bile heyecan yaratıyor. Af tartışmaları ya da bedelli askerlikle ilgili söylenen "Kutu açıldı mı bir daha geri dönüşü olmaz, beklenti oluşur" tespiti artık yeni kuşak için bu söylemler. Girilen bu yol artık geri dönüşü olmayan bir beklentiye neden olacaktır ve her kim iktidar olursa, bu yolda adım atmadıkça popüleritesini yitirecektir. Bu sebeple bu kapıyı araladığı için İnce'ye şahsım adına teşekkür ederim. Bunun yanında İnce, BB ve X kuşağının temsilcilerine dönük olarak da tarımı kalkındırma ve çocuklarına iş vaat ediyor. Bütün toplumun hemfikir olduğu "adalet, ekonomi ve eğitim" konularına sıklıkla değiniyor ve bunu yaparken ilk önce sloganını söyleyip sonra içeriğini anlatıyor. Bütün toplumun hemfikir olduğu diyorum zira Ak Parti'nin seçim bildirgesi de bu alanlarda düzenlemeler içeriyor. Ancak İnce'nin bütün bu söylemleri de diğer muhalefet adayları gibi aynı noktada tıkanıyor.

Bekir Ağırdır programda 3 aşamalı bir güven halkasından bahsediyor. Kendi seçmenine, ki burada muhalefet kanadına, kazanabilirizi aşılamak, bu kazanabilirizi sokağa indirip insanlarla, özellikle Ak Parti seçmeniyle, tanıştırmak ve son olarak da yönetimi sorunsuz olarak devralıp yönetebileceklerine dair umut vermek. İşte burada baştan beri söylemeye çalıştığım "plan" devreye giriyor. Çünkü referandumda itiraz edilen asıl nokta bu kadar yetkinin bir kişinin elinde toplanmaması gerektiğiydi. Bu durumda "Evet" oyu veren seçmeni bu konuda ikna etmek, "Biz gücü toplamayacağız, güçlü bakanlarla ve orta vadede meclis ile paylaşarak daha demokratik bir yapı kuracağız" mesajı vermek gerekliydi. Evet diyen seçmen ise bunun daha demokratik bir yol olduğuna ikna olduğunda referandumda vermiş olduğu oyu kısa devre yaptıracak şekilde muhalefet cephesinde oy kullanabilirdi. Ancak liderler üzerinden bir yarışa girildiği zaman, evet oyu veren seçmenin "madem aynı düzeni kullanacaksınız, sistemi getiren ve yaptıklarını taktir ettiğim kişinin bu yeni sistemi denemesi hakkıdır" şeklinde düşünmesi kaçınılmazdır. Bu BB ve X kuşağının tipik karakteristik özelliği ve yönelimlerini gösteren bir durumdur.

Peki üzerine kampanya yürütülen Y kuşağına bu mesaj nasıl ulaşmakta? Erdoğan'ın bütün vaatlerinin karşısına dikilen "16 senedir NEDEN yapmadın?" sorusu muhalefetin karşısına ise "Tamam da NASIL?" şeklinde dikiliyor. Dünyanın en demokratik, en naif, en uysal kişisini düşünün, Mandela olabilir, Gandhi olabilir, ya da kendinizi düşünün. Bu sistem ve bu kadar güç ile o kişinin tiranlaşmaması mümkün değil. Zaten Erdoğan da sistemi kendi tek adamlaşması üzerine oluşturdu ve bu kaçınılmaz. Geçmiş bakiyelerine baktığımız zaman da BB ve X kuşağı temsilcileri olan İnce ve Akşener'in bu gücü eline aldığında tiranlaşması içten içe bir korku veriyor (Karamollaoğlu ve Demirtaş'ı seçilme şanslarını çok düşük gördüğüm için yazmıyorum). Çünkü Y kuşağındaki gençler bu iki siyasi figür ile kendi anne-babalarını eşleştirdikleri anda bu korkuya kapılmaları kaçınılmaz. İşte bu yüzden son düzlüğe girilirken ekonomi, adalet ve eğitimden sorumlu olacak kişilerin ön plana çıkarılması ve bu kişilerin ilk etapta atılacak adımları sıralamaları gerekmekte. Böylece "Nasıl" sorusunun cevabını verilmekle birlikte hem yönetimi devraldıklarında yönetebileceklerine dair güven haklasını hem de tiranlaşmayacaklarına dair güveni de sağlamış olurlar.


HDP'nin baraj sorunu ve meclis çoğunluğunun kritik olmasından dolayı liderlerin kafasındaki bakan adaylarını meclisten alıp alamamaları bir sorun oluşturmakta. Bu yüzden 1. turdan önce vekil adayı olmayacaklardan hangilerini bakan olarak düşündüklerini açıklayabilirler. Mesela Muharrem İnce'nin elinde liste dışı kalmış olan İlhan Cihaner kozu var, bunu açıklayabilir. Öte taraftan, 2. tura geçerken desteğini isteyecekleri muhalif adaylar ile görüşüp bir "milli mutabakat bakanları kurulu" oluşturmayı vaad ederek hiç değilse yukarda sözünü ettiğim soru işaretlerini giderebilmek adına adımlar atabilirler, atmaları gerekli. 

Y kuşağının en büyük özelliklerinden birinin özgürlüğüne düşkün olmasını tekrar vurgulamak isterim. Bu sebeple önceki yazımda da bahsettiğim üzere bu seçmene yönelik olarak "Ailenizin sizi yönlendirmesine izin vermeyin. Hangi partiye vermiş olurlarsa olsunlar, hatta benim partimi de desteklemiş dahi olsalar, siz kendi dünya görüşünüze en uygun adayı ölçüp, biçip, tartarak kararınızı verin. Oy kabinine yalnız giriyorsunuz, kendi fikrinizin temsilini sağlayın" gibi bir cümlenin de çok getirisi olacağını tahmin ediyorum.

Tekrar en başa dönelim ve neden son seçim olduğuna tekrar değinelim. Ak Parti için bunun nedenlerini sıraladım peki muhalefet açısından neden son seçim? Y kuşağı gençleri ve alttan gelen Z kuşağının isteklerine dönük bir Türkiye oluşturulmak zorunda. Ekonomik düzenlemeler yapılırken ileriye dönük yapısal reformlar ayrıca Kürt Sorunu'nun çözülmesi, sosyal ve sanal hayata dair özgürlüklerin geri getirilip daha da ileriye dönük adımların atılması gerekiyor. Bu sebeple, kazanımların hepsi cumhuriyetin 100. yılını yönetecekleri seçecek olan seçmenin hep daha fazlasını istemesine neden olacaktır. Olası bir tiranlaşma, baskı ya da vaatlerin yapılamaması durumunda seçmeni yeni siyasi figürlere yöneltecektir. Bununla ilgili olarak bir işareti sizinle paylaşayım. Cem Uzan, Genç Parti ile birlikte tekrar siyasi arenaya geri dönmeye hazırlanıyor. Cem Uzan'ın iş adamı ya da dolandırıcı kimlik algılarından bağımsız olarak bu damarı görüp oraya yönelik hazırlık yaptığını iddia edebilirim. Ve meydanlarda ilk söylemi de "Biz partiyi kurup 2002 seçimlerine girdiğimizde tüzüğümüzde 35 yaş sınırı vardı" olacaktır. Ardından da "Türkiye'yi mobil veri ile, cep telefonu ile ben tanıştırdım" diye ekleyecektir.

Özetle, merkez sağ seçmenine yönelik olarak söylenen "dip dalgası" terimi ilerleyen zamanlarda Y kuşağı için söylenecek. Doğal seleksiyonun bir neticesi olarak gerçekleşecek bu "Sessiz Devrim"in ilk işaret fişeği Gezi'de verildi ve bu seçimler ikinci işaret fişeği olarak adlandırılabilir. Artık Y kuşağı nasıl bir ülkede yaşamak istediğine karar vermenin arifesinde ve ülke onlara bırakılacakken anne-babaların kendi tercihleri doğrultusunda çocuklarına nasıl bir ülke bırakmak istediklerinden daha çok; çocuklarına nasıl bir ülkede yaşamak istediklerini sorarak seçimlerde tercih yapmaları evlatları için çok daha önemlidir.




7 Haziran 2018 Perşembe

Seçimler Yaklaştıkça Kampanyaların Son Durumu

Malum gündem yoğun derecede seçim olunca ve gündemi takip ettikçe düşünceler birikiyor. Yine düşündüklerimi yazıya dökerek biraz zihnimi rahatlatayım, okuyan olursa yorumlarda tartışırsak da sevinirim. Aslında genel bir değerlendirme ve partilerin stratejileri üzerine değinmek istiyorum Özellikle Erdoğan sahalara indikten sonra seçim gündemi çok farklı bir yere evrildi, biraz toparlamak gerekli. Önceki yazımda bahsettiğim CHP'nin milletvekili listeleri üzerine konuşuruz sözümden hareketle o konuya da değineceğim. Hadi başlayalım.

Muhalefet blokunun bir planı olduğunu tahmin etmiştim ama yanıldığımı itiraf edeyim. Birkaç hamle geldi ancak bu kesinlikle bir plan çerçevesinde yapılan hamleler değil. Şüphesiz önemli ve toplumu heyacanlandıran hamleler oldu ancak bir takvim üzerinde karşı hamleler de hesaplanarak yapılmış bir çalışma olmadığı hissi uyandırdı. Seçime 20 gün kala Akşener'den "Ya işler yolunda gidiyor. Meclis çoğunluğunu da alacağız gibi duruyor. Demokratik sisteme nasıl döneceğimizin yol haritasını belirlemek adına bi toplanalım" çıkışını geç ama doğru bir adım olarak değerlendiriyorum. Ancak bunun ittifak kararı alındığında masaya konması lazımdı. Bazı hamleler var ancak genel bir plandan ziyade biraz doğaçlama bir iş yapılıyor.

Aslına bakarsak seçim propaganda takvimi Erdoğan'ın meydanlara çıkmasından öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılıyor. Ya da bir diğer deyişle milletvekili aday listelerinin açıklanmasında öncesi ve sonrası olarak değerlendirebiliriz. CHP, cumhurbaşkanı adayını ayırıp sahalara sürerek üstelik bunu Muharrem İnce gibi oldukça enerjik bir adayla yaparak milletvekilleri listeleri için enerjiyi parti binasında tuttu. Muharrem İnce'nin CHP başkanlığına aday olduğunda ülkeyi yönetmeye de aday olduğunu ve buna göre bir hazırlık yapmış olduğunu gördük. İYİ Parti ve Saadet ise milletvekili listeleri için enerjilerini bölmek zorunda kaldılar. HDP ise medya yoluyla oluşturulan itibarsızlaştırma baskısında Ahmet Şık, Barış Atay gibi adaylarla çıkarak görünürlük kazanmaya çalıştı. Cumhur İttifakı'nda ise Ak Parti teşkilatları, sanki Erdoğan'ın sahaya inmesini bekliyormuşçasına bir sessizlik içindeydi. Onlar da 1,5 haftadır hareketlenmeye başladılar. MHP ve Vatan Partisi'nden bahsetmenin gereksiz olduğunu düşünüyorum zira "Şu kişi MHP'den aday gösterilmiş" ya da "Dur bakalım Vatan Partisi'nin milletvekili adaylarına" şeklinde bir söyleme dahi girmedim. 

Milletvekili listeleri konusuna gelirsek hiç de önemli olmadığı ortaya çıktı. Biraz daha açmak gerekirse, seçim tarihi açıklanalı yaklaşık 1,5 ay oldu ve o zaman CHP'nin adayının kim olacağı çok konuşuldu. Ben 16 Nisan'dan önce de takip ettiğim için Levent Gültekin'in düşüncelerinin mantıklı olduğunu, demokrasi mutakabatı metni etrafında partilerden bağımsız bir çatı aday formülünün ikinci tura bırakılması gerektiğini düşünmüştüm. Daha sonraları bu çatı adayın Abdullah Gül olması fikri bir anda piyasaya salındı. Abdullah Gül'ün doğru tercih olup olmadığı tartışıldı ve sonunda Meral Akşener bu formülü dağıtınca herkes kendi adayıyla seçime gitti. Hepi topu üstünden 1 ay geçmesine rağmen Abdullah Gül fikri artık konuşulmaz oldu. Tamam geçmişte takılıp kalmak zaten mümkün değil ancak gelinen noktada kendini belli bir partiye yakın gören seçmenler için mevcut durumun daha doğru olduğu anlaşılmış oldu. Hatta burada, ikinci turdan önce adayların birbirlerine destek vermemesi gerektiğini söylemiştim ancak İnce de Akşener de diğerine ikinci tur desteğini açıklamasına rağmen teşkilatlarda herhangi bir gevşeme yaratacağını zannetmiyorum. Bu konuda yanılmışım. Milletvekili listelerine gelecek olursak da bunun da tıpkı aday tercihi gibi önemsizleştiğini fark ettik. Tamamen gündemden düştü ve şimdi yoğun bir propaganda süreci başladı. 

Ak Parti cephesi seçim kararını aldıktan sonra üstüste "kaybedebilirim" mesajı vermeye devam etti. Erken seçim kararına gelen "Her şey iyiyse neden erken seçime gidiyoruz, her şey kötüyse neden seni seçiyoruz" kontrası yerini T A M A M kampanyasına bıraktı. Erdoğan ve Ak Partililerden üstüste gelen "Beni/Erdoğan'ı devirmek istiyorlar" korkusu söylem olarak da hatalara neden oldu. En sonunda da iş buzdolabına kadar geriledi. Bugün ise "millet kıraathaneleri" gibi bir vaatle karşımıza çıkan bir Erdoğan var. İşsizlik bu kadar yükselmişken kıraathane açmak mantıklı olsa gerek. Yine bugün Ak Parti sözcüsü Ünal'dan gelen "Adile Naşit'in ninni okuduğu Türkiye bizim için kabustu". Belki de gerçekten hikaye bitmiştir. Zira senelerdir gündemi belirleyen Erdoğan'ın aylardır gündemin peşinden gittiğini söylemek lazım.

Öte taraftan Muharrem İnce'nin aday seçilmesi durumunda yaşanacak handikaptan söz etmiş, "Erdoğan ile zıtlaşabilir" demiştim. Erdoğan sahaya indikten sonra İnce, inceden inceden didiklemeye başladı ve iş apolet tartışmasına geldi. Ruşen Çakır'a göre bu durum Erdoğan'ı tapacak kadar seven seçmeni sertleştirecek fakat Kadri Gürsel ya da Kemal Can'a (kendisini yeni takip etmeye başladım. Cumhuriyet'teki ve özellikle Duvar'daki yazılarını ısrarla tavsiye ederim) göre bu karşı taraftan oy toplamak için yeterli düzeyde ve kontrollü. Erdoğan ile bu düzeyde polemiğe girmenin yanlış olduğu ve tekrar ekonomi, eğitim, işsizlik, dış politika konularına dönülmesi gerektiği kanısındayım. Referandum sürecinde CHP'nin Erdoğan'dan bağımsız kampanya yürütmesinin olumlu dönüş sağladığı ortada. Yine de polemik veya cevap yetiştirmenin tamamen terkedilmemesi gerekli. Çünkü kazanılması gereken bir genç seçmen var. Sadece horoz dövüşünün biraz azaltılıp kavgadan sıkışan topluma barışı anlatmak gerekiyor. Akşener de İnce de 24 Haziran'dan önce adalet ve ekonomi için bakan adaylarını açıklamak zorunda. İnsanlara "Biz bu konuda çalıştık ve şu adımlarla bu işi çözebiliriz" mesajının verilmesi lazım. Aksi halde kişi ne kadar demokrat olursa olsun sistemin verdiği güç ile tiranlaşmak kaçınılmaz olacaktır. Eğer Erdoğan'ı "her şeyi bilmek ve karışmak" ile suçluyorsanız, ki doğru, o zaman işi ehline vermeyi bakanlar kurulundan başlayacağınıza insanları ikna etmek gerekir. Hele hele İnce'nin "Başlangıçta 2. turda seçilmeyi düşünüyordum ama karar değiştirdim. 1. turda seçimi kazanacağım" açıklaması ile "yardımcılarımı 1. turdan sonra açıklayacağım" sözleri birbiriyle çelişiyor. 

Bir dip dalgasından bahsediliyor. Bu dip dalgası, merkez sağda yer alan, eskinin DYP-ANAP seçmeninin bu kadar hukuksuzluktan sonra demokrasiye dönüş adına bir karar verip Ak Parti'ye oy vermekten vazgeçeceği ama bunu anketlerde ya da yakın çevresinde açıklamaktan çekindiği şeklinde özetlenebilir. Bunun yanında ilk kez oy kullanacak 2 milyona yakın yeni seçmen bunun yanında 2 veya daha az oy vermiş olan bir kitle var. Yeni nesil genç seçmenin önemi ve tercihleri bu seçimlerde fark edilmiş olsa gerek bu damara oynuyor siyasetçiler. Dünyada ve Türkiye'de bu yaş grubu hayatı hızlı ve tüketim odaklı yaşıyor. Mesela internette şarkı dinlenirken ilk 12 saniyede yani giriş müziğinde (introsu) şarkının kapatılıp kapatılmayacağına karar veren bir kitle var. İyi Parti bu damarı güzel yakalayarak güzel bir kliple birlikte bir seçim şarkısı yayınladı. Ardından Akşener'in miting konuşmalarını kısa kısa videolarla sosyal medyada servis ediyorlar. Saadet ise miting yapmanın pahalı olduğunu ve internete yöneleceklerini aktarmıştı. İnternet mitingleri ile internet kuşağını yakalamaya çalışıyorlar. Selahattin Demirtaş ise neredeyse bir Twitter fenomeni. Pırıltılı zekasını sınırlı karakterde çok iyi kullanıyor. Haksız tutukluluğunu bile avantaja çevirebildi. Erdoğan'ın sahurda öğrenci yurdunu ziyaret etme mizanseni ise yine bu seçmene yönelik bir mesaj. Mizansen diyorum çünkü 40 dk.da karar verilip gidilen yurt yemekhanesinde ses sistemi, 3 ayrı kamera kurulmaz. Muharrem İnce'nin video ekibi ise 40-50 snlik sade videolar ile "Herkesin cumhurbaşkanı" mesajını işliyor. İşte Erdoğan ile miting meydanlarında atışması ve özellikle video kullanması biraz bu genç seçmene yönelik. Hele hele apolet tartışmasının geldiği son nokta olan, "Paşaların paşası" söylemine "Tosun Paşa" ile cevap vermek ise şahane bir yanıttı. Yapanın ellerine sağlık. 

Bu seçmen hakkında 1-2 tespit daha yapayım. Her sene 3er 5er çıkan bilim kurgu ve süper kahraman filmlerini takip eden bir kitle, Suudi Arabistan'ın yapay zeka robotuna vatandaşlık vermesinin şaşkınlığını yaşarken buna tepki veren Bahçeli'nin dünyanın savrulduğu noktayı anlayamamasını ve ertesi hafta ittifak kurmasını değerlendirdiğini zannediyorum. Ya da Wikipedia, UBER, PAYPAL gibi ürünlerin yasaklanmasına karşı bir direnç göstereceklerini. Bu sebeple seçim kampanyalarının da artık bu seçmenin tercihleri çerçevesinde evrildiğini fark ediyoruz. Sonuçtan bağımsız olarak söyleyebilirim ki gelecek yıllarda siyasi kampanyalar daha çok sanal dünyaya yönelecektir. İnce'nin Endüstri 4.0, robot, bilim, yapay zeka söylemlerinin genç seçmende karşılığı var ancak bu seçmenin anne-babalarını ikna etmesi gerekli, bu da kuşak farkına takılıyor. Ben nasıl ki babama otomobil üretmekten daha önemlisinin otomobil fabrikasındaki robotun yazılımı olduğunu anlatamıyorsam, benzer bir tıkanıklığın seçimlerin kaderini belirleyeceği görülüyor. Genç seçmeni kazanmanın en önemli yolu onların serbest karar vermesini sağlamaktır. Bu seçmene yönelik "Bu sizin karar vereceğiniz bir seçim. Nasıl bir Türkiye'de yaşamak istediğinize siz karar vereceksiniz. Oy kararınızı verirken aileniz, kendi düşünceleriyle sizi yönlendirmek isteyecektir. Aileniz hangi partiden olursa olsun, isterse benim partimden olsun, siz kararınızı ölçüp, tartıp, düşünerek verin ve istendiğiniz Türkiye hayali için de ailenizi ikna edin" diyen ilk aday çok öne geçecektir. Eğer genç seçmen ailelerini de ikna edebilirse, o zaman da yarışı kazanacaktır.

Seçim vaatlerinden konu açılmışken, muhalefet partilerinin ortak söylemleri var. Hukuk devletine dönüş, adaleti tarafsızlaştırma, hesap verilebilirlik, şeffaf devlet, üretim ekonomisi, OHAL'in kaldırılması. Ak Parti ise açıklamış olduğu bildiriyle OHAL dışında bunların hepsini vaat etti. Toplumda karşılık bulan bir istek bu, zaten referandumdan sonra vaat de buydu. Sadece yöntemiyle alakalı fikir ayrılıkları var. Erdoğan demokrasi, özgürlük, refah, huzur ortamını OHAL ve KHKler ile yapacağını açıkladı. Bu konunun muhalefet tarafında atlandığını görüyorum ve bu konuya biraz daha eğilmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Erdal Atabek Cumhuriyet'te bir değerlendirmede bulunmuş ve hangi liderin neyi temsil ettiğini açıklamış. Katıldığım noktalar var elbet ama benim asıl dikkatimi çeken CHP için "şikayet eden değil meydan okuyucu" sözü oldu. Levent Gültekin ise seçim stratejisi ile ilgili olarak cumhurbaşkanlık seçimi gibi gösterilmesinin Erdoğan'a yarayacağını açıklamıştı. Çünkü medya tek taraflı, devlet gücü Erdoğan'ın elinde ve kontrolsüz iken seçimin meşruiyeti üzerine kampanya düzenlemenin daha doğru olacağını; olası bir kaybetme durumunda Erdoğan'ın "kurallar buydu, çıkmasaydınız karşıma" deme hakkı elde edebileceğini aktarmıştı. Seçimin erteleneceği söylentileri çıktığında ise Akşener ve İnce'den "kaçmak yok" mesajı gelmişti. Eğer şikayet etmemek prim yapacaksa o zaman özgürlüklerin engellenmesinin, adaletin tahakküm altında olmasının hatta devlet imkanlarının tek taraflı kullanılmasının daha çok dillendirilmesi OHAL çerçevesi içinde bir üslupla yapılarak karşı tarafı hataya zorlamak gerekir. Böylece "dip dalgası" denilen seçmenin "adalet" düşüncesiyle muhalif kanada geçmesi sağlanabilir.

Burayı biraz toparlamak gerekirse, insanlara "adaletsizlik" vurgusunun yapılması gerekli. Eğer bu Erdoğan'ın kurduğu oyuna katılıp şartlardan şikayet ederek yapıl(a)mayacaksa o zaman OHAL üzerinden, halkın yaşadığı adaletsizlikler anlatılarak yapılmalı.

Levent Gültekin'in önünü çektiği Onurlu Çıkış Hareketi, toplumsal olarak bir dönüşüm yaşamak zorunda olduğumuzu, insanları etnik kimlikleri, mahalle kamplaşmaları, siyasi heybeleri ile değil; demokrasi, adalet, özgürlük ekseninde vicdanlı ya da vicdansız olarak ayrılması gerektiği teorisine dayanıyor. Fox TV'ye katılan Meral Akşener ise Gezi Parkı Gösterileriyle ilgili bir fotoğraf için "Küpeli bir erkek, başörtülü bir kızla birlikte direniyor ve ne kız oğlanın küpesini ne de oğlan kızın başörtüsünü görüyor. Artık gençler dünyaya farklı bir açıdan bakıyor" cümlesini sarf etti. Aslında Gezi Parkı Eylemleri'nin de mayasında bu vardı. Türkiye önünde sonunda bu evreye girecektir, girmek zorundadır. Aksi halde insanlar bu kutuplaştırma ikliminde daha fazla direnemeyip dağılacaktır. İnsanları bu adil düzen ve vicdan eksenine çekmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Seçimin olası sonuçlarıyla ilgili ayrıca yazarım ancak şunu söyleyebilirim ki hangi taraf kazanırsa kazansın bir sonraki seçime kadar devleti vicdan eksenine oturtmadıkları sürece siyaset sahnesinden silineceklerdir.

Biraz medya performanslarından bahsedeyim. Muharrem İnce'nin Fox, CNNTurk, Star ve HaberTürk performansları net bir şekilde gösterdi ki konuya hakim, yandaşgillerin karşısında bile dik durup maçı kazanabiliyor. Sorulara önce sloganıyla yanıt verip sonra altını dolduruyor. Meral Akşener'in HaberTürk ve Fox'a çıkmasıyla üzerindeki medya baskısının biraz hafiflemiş olduğu söylenebilir ancak İnce'den farklı olarak sorulan soruya çok uzun ve dağınık cevaplar vererek konuyu dağıtıyor. Şahsen izleyicinin dikkatini toplayamıyor. Erdoğan ise yine cevaplarına sorular sorduruyor. Son çıktığı Show TV'de bu aleni olarak görüldü ki, eğitim sorusu geldiği zaman Erdoğan cevap verirken yanda eğitimde yaptıklarına dair video yayınlanıyor. Medya performası ile İnce, izlenebilirliğini arttırdığını kesinlikle söyleyebilirim. HDP'de ise eşbaşkanların dağınık görüntüsündense Ahmet Şık'ın medyayı sürüklediği ortada. Kendisinin bir izlenebilirliği var ve her platformda cesaretle söyleyeceklerini söylüyor. Son virajlar dönülürken bakalım Erdoğan'ın bu akşam CNNTürk-Kanal D ortak yayınında açıklayacağı projesi ne olacak?


21 Mayıs 2018 Pazartesi

CHP'nin Sızan Milletvekili Listeleri

Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu akşam yaptığı toplantının ardından 600 kişilik milletvekili aday listesi şekillenmeye başladı. Kesin liste 21 Mayıs'ta açıklanacak ve önümüzde siyasette az da olmayan bir zaman var. Yine de mevcut durum üzerinden aklımdakileri yazayım, aklımda kalmasın.

Şimdiye kadar mevcut sistemi en iyi analiz ederek strateji belirleyen parti CHP oldu. 15 vekil transferi ile İYİ Parti'yi seçime sokmak, gündemi kendi adaylarının üzerinden tutarak Ak Parti'den ve Erdoğan'dan gündem belirleme kozunu almak, Saadet Partisi, Demokrat Parti gibi romantik oy potansiyeli olan partilerin barajdan dolayı kaçırdığı oyları toplamak üzere baraj ittifakı kurmak gibi stratejik hamleler geldi. Mesela 15 vekil transferi seçmenden öyle olumlu tepki aldı ki Meral Akşener "15 vekili Kılıçdaroğlu'ndan ben istedim." şeklinde açıklama yaparak bu hamlenin kendisine ait olduğunu ve burdan takdir toplamak istediğini belli etti. Baraj ittifakı da (ismi hariç) yine seçmenden olumlu tepki aldı. Ayrıca seçmene "mesele vatan olduğunda birleşiyoruz" mesajı da verildi. Cumhur İttifakı kanadından, özellikle Bahçeli'den "benzemezler" olarak sürekli eleştiri almasının bile olumlu etki olduğunu düşünüyorum.

Konuya gelecek olursak, 20 Mayıs'ı 21 Mayıs'a bağlayan gece, sızan milletvekili aday listeleri konuşuluyor. Sistem yeni olduğu için de bazı farklı tepkiler verilmeye başlandı. Ben gündem oluşturan isimlerin biraz nabız yoklamak üzere sızdırıldığını düşünüyorum. 

Mevcut sistemde dikkat edilmesi gereken nokta parlementoda sayısal üstünlüğü ele geçirmek. Yani oy kullanabilme durumu önemli. Hal böyle olunca cezaevinde bulunan Enis Berberoğlu'nun aday gösterilmesi pek mantıklı durmuyor. Sonuçta muhalefet cephesinin 301. adamı Berberoğlu olursa bu durumda karar üstünlüğü elden gidebilir. Ya da hastahaneden ne zaman çıkacağı belli olmayan Deniz Baykal için de aynı durum geçerli. Tabi bu iki ismın romantik durumu var. Baykal, Fetö'nün kumpasıyla parti başkanlığından el çektirilmiş bir isim. Ayrıca Antalya'da yüksek bir oy potansiyeli ve "hasta yatağına düştü diye kenara atılmamalı" duygusallığı yaşanıyor. Yani Baykal siyasetten çekildiğini açıklamadığı sürece aday gösterilecektir. Ya da ölene kadar. Berberoğlu ise biraz da uğruna olduğu algılanan Adalet Yürüyüşü yapılmış bir isim. Davası parti tarafından sahiplenildi. Bu saatten sonra aday gösterilmemesi çok mümkün değil. İşlerin hepsi istenildiği gibi giderse hür kalma durumu da var. Çünkü herkes biliyor ki bu gazeteciliğe karşı açılmış bir dava ve ülke normalleşirse karar da normal şartlara dönebilir.

Yeni sistemde farklı bir durum gibi sunulan milletvekillerinin bakan olamama durumu söz konusu. Aslında bu konuyu tam olarak açıklamadılar referandum öncesinde. En bilinir açıklama ise şu şekilde.
Şimdi yürürlükte olan sistemde bakanlar milletvekilleri arasından ya da dışardan atanabiliyordu. Soruşturma önergelerinde bakanların milletvekili olarak (milletvekili olanlar tabi ki) oy verdiğini gördük. Hükümetin verdiği yasa teklifinde ise milletvekili olan bakanların oyları olumlu sayılıp sayılmadığını ise bilmiyorum (çok da önemli değil açıkçası). Gelecek olan yeni sistemde ise milletvekilinin bakan olmaması için bir engel yok. Ancak mecliste sandalye sayısı 600'e sabitlenecek yani milletvekilliği düşecek. Aslıda çok farklı bir durum değil. Mesele ise bundan sonra başlıyor. Bakan olup milletvekilliği düştükten sonra o koltuk aynı partinin hakkı olarak sıradaki adaya mı geçiyor yoksa D'Hondt sisteminde rakip partiye mi geçecek bilemiyoruz. Bu konuda net bir açıklama yapılmadı. YSK son dakikada böyle bir sürpriz de yapabilir. Sonuçta seçim yasası seçim kararı alındıktan sonra yapıldığı için bazı konular muallakta kaldı.
Egemen Bağış oy kullanırken



Hal böyle olunca, cumhurbaşkanının İnce olması durumunda milletvekillerinden bakan yapma durumu da riskli olacaktır. Eğer bakan olan CHPli vekilin koltuğu Cumhur İttifakı'na gidecekse yine 301. koltuk elden gidebilir. Bu hesaplar kritik ve ince düşünülmesi gereken hesaplar. Kılıçdaroğlu'nun aday olmaması için Alevi olması, müzmin kaybeden olması gibi nedenler vardı ama sırf bu ince stratejilere zaman ayırmak için bile aday olmaması mantıklı. Çünkü kazanmak için ilmek ilmek dokunulması gereken bir strateji var ve ana muhalefet partisi olarak bu dengeleri gözetmek CHP'nin işi. Ak Parti'nin handikapı ise bütün kararların Erdoğan tarafından veriliyor olması. Ömer Turan tarafından başlatılan #ListeyiReisYapsın kampanyaları Twitter'da dolanıyor. Erdoğan'da net bir şekilde gözlemlenen "yorgunluğun" da biraz sebebi bu aslında. Günde 4-5 konuşma yapıp ayrıca seçimlere yönelik strateji belirlemek tek başına kolay olmuyor. Her şey Erdoğan'ın iki dudağının arasında ve bütün her şeye yetişmeye çalışıyor. (Acıdığımdan değil, zaten devleti de böyle yönetmek istediği için karşı duruyoruz ya, her neyse.) Bu yüzden hesaplara girmeden Cumhur İttifakı'nın meclis çoğunluğunu ve birinci turda cumhurbaşkanlığı seçimini alacaklarına yönelik bir çalışma yürütüyorlar. İşler yolunda gitmezse hayal kırıklıkları da çözülme de büyük olacak diye tahmin ediyorum. İyi Parti cephesinde ise işler çok sessiz ilerliyor. Yaptıkları eylemleri sosyal medyada dahi az yer bulurken parti kurucuları arasında görev paylaşımı yapılmış olabileceğini tahmin ediyorum. Ancak parti kurucuları da cumhurbaşkanı adayları Akşener'in liderliğini pekiştirici söylemlerde bulunuyorlar. Yani İyi Parti cephesinde gözlemleyebildiğim kadarıyla seçimlere eski sistem alışkanlıklarıyla hazırlanıyorlar. Belki de ince hesapları CHP'ye bırakıp alabildikleri kadar oy alma peşinde olabilirler. Listeleri belli olduğunda biraz daha netleşir durum. HDP ise Ahmet Şık, Veli Saçılık gibi isimleri listelere alarak soldan kuvvetli oy alma peşinde. Listeler netleştiğinde tekrar konuşulacaktır bu konu.





Biraz da gelelim cumhurbaşkanlarının bakan adaylarına ve oradan da Muharrem İnce hükümetine. Burada biraz isimler üzerinden gitmek mantıklı olacaktır. Yukarıda okumuş olduğunuz AK Partili Aktay'ın açıklamalarında olduğu gibi cumhurbaşkanı adaylarının bakan listelerini açıklaması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu açıklamayı Erdoğan'ın yapacağını tahmin etmiyorum. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla AK Parti'de milletvekili adayı gösterilmeyenlerin heyecanını yüksek tutmak için bakan listesini açıklamayacaktır. Hele hele sayıyla sınırlandırılmayan bir "cumhurbaşkanı yardımcılığı" listesi var ki milletvekili adayı gösterilmeyen ve bakan olması için herhangi bir uzmanlığı da olmayan isimler için bu kapı, yağlı kapı olacaktır. Bu konuda önümüzdeki günlerde, başta Melih Gökçek olmak üzere, devrik belediye başkanlarının durumu izlemeye değer olacaktır. Herhangi bir koltuk vaadinin olmaması bu isimlerin Fetöcü olduğu için dışarıda kaldığına dair yorumları güçlendirecektir. Hele hele Mehmet Metiner'in ağzından kaçırdığı şu aşağıdaki video var ki, Demokles'in Kılıcı gibi tepelerinde duruyor ve bağlayıcılığı var. Bu sebeple Erdoğan'ın herhangi bir bakan listesi açıklayacağını düşünmüyorum. AK Parti'nin aldığı bütün oy Erdoğan olduğu için var ve Erdoğan bu popülaritesini paylaşmak istemeyecek bir figür. Yine de düşük bir ihtimalle, özellikle kötü gidişattaki ekonomi için bazı isimler (Ali Babacan gibi) açıklanıp piyasalara güven verilmek istenebilir.
İyi Parti cephesinde de herhangi bir bakan listesi beklemiyorum. Muhalefet partilerinin böyle bir liste yapmasının önemli olduğunu böylece halka "tek adamlığa karşı" iken gücü nasıl bölüştüreceklerinin projeksiyonunu tutmak anlamına geldiğini düşünüyorum. Ancak İyi Parti'nin sağ parti olması dolayısıyla lideri ön planda tutan bir stratejiyle devam edeceklerini tahmin ediyorum. HDP'nin böyle bir liste açıklaması sürpriz olmaz ancak kabinenin başkanlığına namzet Demirtaş tutsakken gündem listeden çok Demirtaş'ta kümelenecektir. 

Bu şartlar altında Muharrem İnce'nin açıklayacağı bakan listesi önemli olacaktır. Hem seçmene ülkeyi yönetmeye hazır olduklarının mesajını verir hem de gündemi elinde tutma avantajı verir. Ben İnce'nin yerinde olsam her 2-3 mitingimde bir isim olacak şekilde isimleri açıklarım. Böylece tıpkı "aday kim olacak" zamanında olduğu gibi gündemi elinde tutma avantajını da ele geçirmiş ve izlenirliği (takip edilirliği) arttırmış olurum. Muharrem İnce'nin Fox TV'de yapmış olduğu programdan anlıyoruz ki, listeyi önümüzdeki günlerde açıklayacak. Yine aynı programdan bildiğimiz kadarıyla CHP ile koordineli olarak hareket ettiklerini belirtiyor. İnce'nin seçim çalışmasının merkezine koyduğu 3lü sacayağından ekonomi, adalet ve eğitim konularındaki bakan seçimi biraz da seçmene net mesaj olacaktır. Bu sebeple sızan listelerin dışında kalan İlhan Cihaner ismini önümüzdeki günlerde Adalet Bakanı adayı olarak görmemiz mümkün. Yine CHP'nin önceki seçimlerde ekonomik söylemlerinin ve 3 yıl boyunca partinin ekonomi yüzü olan Selin Sayek Böke'nin milletvekili adayı gösterilmesi benim için sürpriz oldu. Bu durumda İnce'nin programda açıkladığı gibi "kendi ekonomi ekibinde" kimin gösterileceği merak konusu. Yine bu koltuğa dışarıdan Kemal Derviş ya da Özgür Demirtaş gibi isimlerin "işi ehline vermek" için getirilmesi düşük de olsa bir ihtimal. Listeler sızdırıldıktan sonra İnce'nin "ses kısıklığı" gerekçesiyle 21'indeki mitingini iptal etmesi de parti ile stratejiyi netleştirmek üzerine görüşmek için atılmış bir adım olarak tahmin ediyorum. "İnce'ye yakın isimler adaylar listelerde yer almadı" haberlerini bu çerçevede değerlendirmek gerektiğini, bunların bir strateji dahilinde atılmış adımlar olduğunu umuyorum. Burda beni korkutan tek konu CHP'nin şimdiden iki başlı davranmaya başlayıp hizipleşme ihtimalleri. İnce'nin hırsı sebebiyle partinin işaret edeceği bakanları değil de kendine yakın isimlere koltukları dağıtması ya da parti kurulunun "İnce'ye yakın isimleri temizlemek için bu isimlere listelerde yer vermedi" söylentisinin gerçek olması.

Özetle, 20 Mayıs itibariyle sızdırılan listelerin son dakika değişiklikleri için nabız yoklama olduğunu zannediyorum. CHP'nin bir plan dahilinde aday göstermedikleri isimlerin İnce'nin kabinesinde yer bulabileceğini bu yüzden de İnce bakan listesini açıklamadan öfke kontrolü yapılması gerektiğini düşünüyorum. Kesin listeler verildikten ve İnce listesini açıkladıktan sonra CHP gerçekten bir strateji izledi mi yoksa yine bildiğimiz eski CHP gibi mi davranıp hizipçilik mi yapıyor? Bu umudumuzu değerlendirmek üzere taze tutuyoruz ancak gerçekten bir hizipçilik durumu varsa ülke için son umudumuzun da aslında hiç olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Üstelik böyle bir durum seçimlerden önce illa ki günyüzüne çıkacaktır ve seçimlere yansıyacaktır. Hele hele kenarda sırtlan gibi bekleyen ve bu hizipçiliği kaşıyan havuz medyası varken...