27 Aralık 2019 Cuma

Sineklerin Tanrısı


"Burada canavar yok, bizlerden başka"

"Endişe. Başımıza korkulacak bir şey gelecek mi korkusudur" der Altan Erkekli'nin hayat verdiği karakter Dursun Duran, Bana Bir Şeyhler Oluyor'da (Arada açar açar izlerdim BKM tiyatrolarını, Youtube'dan kaldırmışlar hepsini. Netflix'e falan satacaklar herhalde). İzlemiş olduğum tiyatro oyununu anlatan en iyi cümle yine bir tiyatro oyunundan. Oyunu izlediğim süre boyunca çocukların içinde büyüyen "canavar"ın onları ne hale soktuğunu gördükçe aklımdan sadece bu cümle geçti; "Endişe. Başımıza korkulacak bir şey gelecek mi korkusudur"

William Golding'in Dünya klasikleri arasındaki yerini almış nobel edebiyat ödüllü romanı "Sineklerin Tanrısı" tiyatro uyarlamasıyla Sdyney'den sonra Türkiye'de ilk defa sahnede...

Günümüzde bir atom savaşı sırasında, ıssız bir adaya düşen bir avuç okul çocuğunun, geldikleri dünyanın bütün uygar törelerinden uzaklaşarak, insan yaradılışının temelindeki korkunç bir gerçeği ortaya koymalarını dile getiriyor.
Oyunla ilgili bilgi edinmek istediğinizde hemen her yerde bu iki cümle karşılıyor sizi. Öyle ki oyunun künye broşüründe bile. Oyun romana ne kadar sadık kalmıştır bilemiyorum ama ben izlediğimin üzerinden düşündüklerimi aktarayım.

William Goldrin bir distopya mı ortaya çıkarıyor sahiden? "Ey insanoğlu! Melek dediğimiz, 'aslında onları kötü yapan bizleriz' dediğimiz çocuklar bile aslında vahşi birer yaratık" demek için böyle bir kurgu mu yarattı? Ya da sadece bunu söyleyerek Nobel Edebiyat Ödülü alır mı bir eser? Zannetmiyorum. Eserin en can alıcı sözü, birkaç defa ısrarla vurgulanan yukarıdaki "Burada canavar yok, bizlerden başka" iken bunu söylemem garip değil mi? İşte işin can alıcı noktası burası. Goldrin vermek istediği mesajı birkaç kademede vermeye çalışmış. Yani en dışardaki pencereden, oyunu özetleyen en kısa cümleden baktığımız zaman bahsettiğim distopya anafikrine ulaşmamız çok kolay. Ama dialoglarla birlikten biraz daha derin düşündüğümüzde, derinlerde çok daha güçlü ama ilk bakışta hemen gözükmeyen asıl anafikrin olduğunu görebiliriz. "Korku"nun insanları ne hale dönüştürebildiği asıl anlatılmak istenen. Korkularımızın bizi medeniyetten, medeni olmaya çalışmaktan nasıl da uzaklaştırdığı anlatılıyor. Bu korku; oyunda anlatıldığı gibi, "Acaba bana bir tehdit oluşturur mu" diyerek yetişkinlerin savaş çıkarmasına sebep oluyor ya da çocukların olmadığına birbirlerini inandırmak için aslında olmadığına inandıkları bir canavara dönüşmelerine... Yani asıl anlatılmak istenen insanların korkuyla nasıl da medeni olma çabasından vazgeçtikleri... Terör tehdidinden, dış mihraklar tehdidinden korkup bir zorbanın şemsiyesi altında birleşmeye ya da "yoldan çıkacağı"ndan korkup bir kız çocuğunu döverek öldürmeye benziyor ya da aç kalacağız korkusuyla yağma yapıp kıtlığa sebep olmaya...

Bunun yanında Goldrin birçok metafor da kullanmış. Bu metaforlardan bazıları netken bazıları birden fazla anlama gelebiliyor. Mesela düşen pilotun ağaca takılı kalan paraşütü ve cesedi korku kaynağı canavar olarak betimlenmiş. Konuşma hakkı elde etmek için deniz kabuğunu elinde tutmak gerekiyor. Deniz kabuğuna seçilmiş olmak, ifade özgürlüğü, mikrofon vb. birçok anlam yüklenebilir. Hatta zamanla deniz kabuğunu bulundurmak artık çok da önemli olmayan, otoritesi sarsılan duruma bile düşüyor. Bunun yanında "Piggy-Domuzcuk" takma isimli çocuğun bilgeliği ve aklı ön plana çıkarma çabaları yine dış görünüşünden dolayı aşağılanıyor. Cesaret, zorbalık ya da bilgeliğin  liderlik özellikleri olabileceğine dair metaforlar da kullanılmış.

Oyuna dönecek olursak; Sineklerin Tanrısı, tahmin ediyorum ki kitabı okunduğunda çok daha etkileyicidir. Tiyatro temsili de başarılı olmakla beraber bazı olmamışlıklar bana bunu düşündürdü. Öncelikle çeviri metin diyalogların pazar günü yayınlanan çocuk filmlerini hatırlatıyor. Cast seçimi bence başarılı olmuş. Zaman zaman oyuncuların gerçekten oyundaki çocukların yaşlarında olduğunu düşündüm. Oyunculuklar, anafikirden rol çalmamak adına abartılıydı. Bu da biraz amatör ya da kalitesiz görüntü veriyor. Tahmin ediyorum, tiyatroda bunun taktiksel bir karşılığı vardır. Yine de oyuncuların fiziksel performansları yüksekti. Oyun sürekli yüksek tempoda kaldı ve izleyenleri oyunun içinde tuttu. Ekibin iyi çalışmış olduğunu söyleyebilirim. Doğaçlama olduğunu tahmin ettiğim anlarda dahi iyi iş çıkardılar. Sahnenin tamamını hatta salonu dahi kullanmak mantıklı bir seçim. Adayı sahnenin dışına taşıyıp daha büyük olduğu algısı yaratıldı. Sahne tasarımı tek dekor olmasına rağmen başarılı kullanıldı. Kostümler ve oyunda kullanılan diğer ekipmanların üzerine özenilmiş olduğu belliydi. Işık kullanımı başarılıydı. Özellikle müzikler çok iyiydi ama broşürdeki künyede müziklerin yapımcısı hakkında bilgi verilmemiş. Sanıyorum epik hazır müzikler seçilmişti. 

Oyunu tavsiye eder miyim bilmiyorum. Sanki bilet fiyatına karşılaştırınca kitabı alıp okumak istenen etkiyi daha fazla verebilir. Yine de paket halinde 2-2,5 saatte izleyeceklerinizle bir akşamınızı değerli geçirebilirsiniz. Oyun boyunca ve sonrasında düşünüp tartıştıklarınız da hayatı anlamlandırmak açısından size faydalı olacaktır. 

Puan: 7/10

5 Aralık 2019 Perşembe

Kadının Birey Olma Çabası Ve Karşılığında Gördüğü Şiddet

5 Aralık 1934 Türkiye'de kadınların milletvekili olabilmelerini sağlayan yasanın kabulünün tarihi. Aslında kadınların bugünkü manasıyla seçme ve seçilme haklarının tanınması bir süreç ve bir dizi yasa neticesinde oldu (Detaylı bilgiyi Vikipedia'dan öğrenebilirsiniz). Dünya tek adamların faşizan yönetimlerine doğru savrulurken belki de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki demokrasi rüzgarının ya da 60'ların "Baby Boomer" kuşağının özgürlükçü ortamında tanınabilecek bu hak bu topraklara 20. yüzyılın başlarında geldi. Gel gelelim, 21. yüzyılın 20 yılını devirmişken kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin artık dayanılmaz bir hal aldığı bir süreçten geçiyoruz.

Tarihi öğretemediğimiz gibi tarih öğrenmeyi de öğretemiyoruz. Tarihsel olaylarla ilgili toplumsal olarak en büyük yanılgımız ise olayı sadece tek bir tarihe indirgememiz. Durduk yere, çat diye o tarihte o olayın yaşandığını zannediyoruz. Tarih ezberlemek üzerine kurulu sistem bizi o tarihe gereksiz bir anlam yüklememize sebep oluyor. 10 Kasım 1938'de Atatürk'ün aniden öldüğünü zannediyoruz mesela. 1 yılı aşkın süredir başlayan rahatsızlıklarını öğrensek bile önemsemiyoruz. Ya da 3 Kasım 1839'u ezberletmek Tanzimat Fermanı'nın ilanına kadar gelen süreçteki arayışları ıskalamamıza neden oluyor. O yüzden bir yasanın geçtiği tarih bize sadece parlamentonun o gün toplandığını ve kararı aldığını göstermekten ileriye gitmemeli. Tarihi sadece alınacak dersleri ya da kazanımları hatırlamak için kullanmak gerek. (Kendinizi bu konuda eğitmek isterseniz bkz. Youtube- Olmaz Öyle Saçma Tarih)

Bahsettiğim bu tarih ezberleme üzerine kurulu tarih eğitimi devletin eğitim tornasıyla da birleşince toplumdaki değişim Atatürk tarafından verilmiş olan bir lütuf gibi algılamamıza neden oluyor. Bu hatalı öğreti, içinde bulunduğumuz haklar ve özgürlükler ortamından geriye dönüp baktığımızda Atatürk'ün Game Of Thrones ejderhalarına karşı tek başına yapılmayacak işleri yapan mucizeler yaratıcısı gibi algılatıyor. Oysa ki Atatürk'ün var olan dinamikleri dönemine ve şartlara göre olabileceğinden çok daha hızlı hayata geçirebilmesi asıl önemli olan. Mesela meşrutiyet-meclis hafızamız olmasa Erzurum ve Sivas'ta yapılan "Ankara'da halkın temsilcileri toplansın" çağrısı "Temsilci mi? O ne ki?" şeklinde bir tepki bulurdu. Kadınların elde ettiği hakların da lütufmuş gibi hissedilmesi de işte tam bu yüzden. Halbuki bütün toplumsal kazanımlar az ya da çok belirli bir mücadelenin eseri olarak ortaya çıkmıştır. İş güvenliği, işçi hakları, kadınların iş hayatındaki konumu gibi kazanımları "Radyum Kızları"nın mücadelesi olmadan anlamak mümkün müdür? Ya da Muhammed Ali'nin, Martin Luther King'in mücadeleleri olmadan siyahi haklardan söz edebilir miyiz?

Ülkenin yönetiminde söz sahibi olan "kadın"ın toplum hayatında sıkışmış olduğu kaba kuvvet, şiddet, istismar, taciz-tecavüz, cinayetin ayyuka çıktığı, toplumun büyük bir kısmının bundan rahatsız olduğu, bir şeyler yapılmasını istediği ancak çözümün net olarak bulunamadığı bir dönemden geçiyoruz. Yasalar, yasaları uygulayanlar, yasaların uygulanmasını denetleyenler vs. derken iş dönüp dolaşıp eğitime gelip kilitleniyor. Bütün dünyada var olan bir olgu olmasına rağmen ülkemizde kadınların bu duruma karşı örgütlenme ve ses çıkarma haklarının da ellerinden alınması bizi iyice içinden çıkılmaz bir cenderenin içine sokuyor. (Bu cendereden çıkmak için kadın örgütlerinin de yaptığı stratejik hataların olduğunu düşünüyorum ama o başka bir yazının konusu)

Bahsettiğim gibi iş dönüp dolaşıp eğitimde kilitleniyor. Bunun için atılmış adımlar var. Mesela, Wikipedia "Türkiye'de Kadın Hakları" sayfasına girdiğinizde "Kadına en temel haklarının iade edilmesinde erkeklerin eğitimine çok önemli rol düşüyor. Bu amaçla 2006 yılı Ağustos'unda askerlik hizmetini yapmakta olan er ve erbaşlara verilen yurttaşlık sevgisi eğitim programına kız çocuklarının eğitimi, kadınların istihdamı ve karar alma mekanizmalarına katılımları, kadına yönelik şiddet, töre cinayetleri, kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konuları da dahil edildi." cümlesiyle karşılaşıyoruz. Her ne kadar erkeğin yontulması ve topluma adaptasyonu için askerlik önemli bir eğitim basamağı olsa da erkeğin en barbar halinin (savaşçı) olduğu ve yetiştiği bir organizasyondan "kadına yönelik pozitif bilinç oluşturma" beklemek nakıs bir yaklaşım. Ben askerdeyken böyle bir eğitim ne duydum ne gördüm.

Maalesef eğitim yolunda atılacak adımlar için bugünden yarına bir sonuç verecek bir formül yok. Toplumdaki sosyolojik değişimler uzun vadeye yayılan süreçlerle gerçekleşiyor. Yine de duyarlılığı arttıracak ve adımları hızlandıracak birkaç önerim var. Bahsettiğim gibi kadınların seçme ve seçilme hakkı "verilme" ifadesiyle kullanıldığı için kadınlar bu değere tam olarak sarılamıyor ve erkekler de istedikleri zaman bu hakkı geri alabilecekleri bir kudretlerinin varlığına alttan alta inanıyor. Bu sadece kadının seçme ve seçilme hakkı için ya da toplumdaki diğer hakları için geçerli değil. Mücadele edilerek kazanılmış hakların hepsi sonraki kuşaklar için daha kutsal sayılıp sahip çıkılıyor. Mesela Kurtuluş Savaşı'nda verilen mücadele ve elde edilen bağımsızlık hakkı şu andaki toplumumuz için kutsal olması gibi. Bu yüzden kadınların toplumdaki hak arama mücadelesini tarihte bu mücadeleyi vermiş/öncülük etmiş kişileri ön plana çıkaran bir zemine oturtmak gerekiyor.

Türkiye'de feminizm ne bazılarının sandığı gibi "son yıllarda aile yapısına karşı gelen dejenere anarşist"ler ne de 60'larda dünyaya yayılan "çiçek çocuklar" ile geldi. Sahneye çıkan ilk Müslüman kadın olan Afife'nin yaptığı da feminist bir mücadeledir. Tıpkı siyasi hayatta hak arama mücadelesine giren Nezihe Muhiddin, Halide Edip ve arkadaşları gibi. Bu topraklarda feminizm kadınların örgütlenebilmesinin gücüdür ve Kurtuluş Savaşı'nda cephane taşıyan, siper kazıp tren yolu inşaatında çalışan kadınların organize olmasıdır. O yüzden, kadınlar öncelikle günümüz haklarının kendilerine lütfedilen özgürlükler olduğuna değil; mücadele ederek elde ettikleri kazanımlar olduğuna inanmalılar. Önce kendileri inanmalılar ki "eğitim" denilen soyut fikre somut bir şekil verebilsinler. Bu inanmayı ve somutlaştırmayı yaratmak için de bahsettiğim mücadeleleri vermiş olan simgeleri kullanmalılar. Ardından da toplumu bu hakların "Atatürk'ün vermiş olduğu lütuf" fikrinden kurtarıp "Atatürk'ün alan açmasıyla hızlanıp kazanılmış" olduğuna ikna etmeleri gerekiyor. Evet, yol uzun ve meşakkatli. Biz erkeklere düşen ise -tıpkı Atatürk'ün yaptığı gibi- bu dönüşümde kadınlara alan açıp bu dönüşümün hızlı olmasını sağlamak olacaktır. Daha sonra okullarda eğitim müfredatına bu mücadeleyi ekleme ve kadına şiddete karşı eğitim eklenerek gelecek nesillere daha temiz bir toplum bırakılması sağlanabilir. Eğitim yönünde atılacak adımlar, ülkeyi yönetenler tarafından yapılamayacak -ki zaten yapmak gibi bir niyetleri de yok-. Bu sebeple, toplumdaki bütün bu çürümüşlüğü tabandan kadınların örgütlendiği bir yapıyla atlatabiliriz. Şu anda tam ihtiyacımız olan bu toprakların kadınlarındaki zarafet ve cesaret.

27 Eylül 2019 Cuma

Derbiye 1 Gün Kala

Galatasaray-Fenerbahçe derbileri her zaman çok önemli olmuştur ama bu sefer takımların kendi içindeki gerginlikleri ve saha dışı söylemlerden dolayı farklı bir atmosfer yaşanıyor. Galatasaray lige iyi girememesi üstüne bir de Terim'in aldığı cezalardan sonra son maçtaki tercihleri eklenince homurtular yükselmeye başladı. Takımın iyiye doğru gittiğine dair emareler var ancak ivme o kadar az ki ilk 11'de 5-6 yeni oyuncu olmasının kredisi ve Terim'in devasa kredisi eğer iyi futbol gelmezse bu maçta hızlı tükenebilir. Fenerbahçe cephesinde ise geçen senenin travması üzerine lige hızlı girişin Trabzon, Alanya ve Ankaragücü maçlarında geriye gitmesinin gerginliği var. Biraz eldekileri alt alta toplayarak yarın akşam bizi nasıl bir maç bekliyor yazmak istedim.

Bana kalırsa yarın akşam her iki hocanın da kafasında "golü hangi dakikada bulmalıyım" düşüncesi skoru belirleyecek. Fener'in kondisyonu -tipik Ersun Yanal sezon öncesi yüklemesi ile- bizden daha iyi ama yetenek olarak daha gerideler. Üstüne bir de sakatlar eklenince öngörülmesi zor bir kadroyla maça çıkacaklar. Galatasaray'da ise beklenen oyunun bir türlü gelmemesi ve üçüncü Fatih Terim Dönemi'nde yine bir Fenerbahçe iç saha maçıyla 4-4-2'ye dönülmesi sürpriz ihtimalini doğuruyor. Ancak hafta içinde antrenmanlardan gelen haberlerde buna dair emareler yoktu.

Her iki takımında savunması baskıyı görünce dağılıyor. Galatasaray'da tandemin formsuz, beklerin yaşlanmış ve takımın yeni kurulmasından dolayı takım savunmasının oturmamış olması bu sonucu doğururken Fenerbahçe'de sakatlıklar sebep olarak gözüküyor. Yine de tam kadro dahi olsalar bile yetenek olarak yeterli olmamaları bu sorunu kronik sorun haline getirecek yıl içerisinde.

Ersun Yanal lige başladığı gibi maçlara da boğucu hücum pres ile başlayabilir. Terim'in ise karakteriyle özdeşleşmiş olan ve iç sahada tamamen psikopata bağlayan oyun başlangıcı benzer özellikler taşımakta. Zaten asıl mesele de bundan sonra başlıyor. Çünkü her iki takım da 60-70 arası oyundan düşüyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi hocaların ilk golü hangi dakikada bulmak isteyecekleri maçın skorunu belirleyecek. 

Fenerbahçe geçen sezon 2-2 biten maçta olduğu gibi "savunabildiğimiz kadar savunalım, Galatasaray düştükten sonra maçı çevirelim" diyebilir ve ekonomik oynamak adına hücum presi ile başlamayabilir. Galatasaray ise Fenerbahçe'nin bu taktiğine karşı koymak adına ve PSG maçını düşünüp ekonomik oynamayı seçebilir. Bu durumda bizi inanılmaz derecede sıkıcı bir maç bekleyecektir. Eğer Galatasaray maça tempolu başlar ama Fenerbahçe oyunu kitleyebilirse bu durumda avantaj Fenerbahçe'ye geçer ve muhtemelen maçı da alır; ama kilitleyemezse 6-0'ın dramatik rövanşı alınabilir. Tabi burda Galatasaray'ın beceremediği 1-0'ı tutma hastalığından vazgeçmesi gerekir. 

Madalyonun öteki yüzünde Fenerbahçe maça tempolu başlamayı düşünmesi ihtimalleri de var. Galatasaray'ın bu durumda ekonomik oynama düşüncesi intihar olur. Çünkü top Galatasaray defansına yakın oynandıkça gol yeme riski çok yüksek olacaktır. Galatasaray da tempolu başlarsa bu durumda her iki takım için tempo oyununun kontrolünü eline almak, ilk golü bulmak ve Emre Belözoğlu'nun etkinliği oyunu belirleyecektir. 

Dizilişlere gelecek olursak; Galatasaray'ın 3 aşağı 5 yukarı çıkacağı 11 belli. Babel'in geri dönmemesinden dolayı sol bek savunmada çok aksıyor. Bu sebeple sol tarafa destek adına Lemina yerine orta sahada Ömer Bayram ile başlamak bana daha mantıklı geliyor. Hele ki Ömer bu kadar formda ve PSG maçında oynamayacak olmasını düşünürsek. Fenerbahçe cephesinde ise tandem Zanka-Jailson, orta ikili Emre-Gustavo bekliyorum. Sol açıkta muhtemelen Tolga Ciğerci sağ tarafta ise hücumcu olması baskısı yüzünden Deniz Türüç'ü olacaktır. Bu durumda yukarıda bahsi geçen bütün senaryolar adına Galatasaray'da Emre Mor Fenerbahçe'de Ozan Tufan kenardan gelip maça etki edecek oyuncular olacaktır.


Özetle yarın akşam bizi iki hocanın da maçtan ne istediği ve bu akşam kafasında maçı nasıl oynadığı belirleyecek. Galatasaray için maçı kazanmaktan ziyade taraftarı futbola doyurması daha önemli. Gelecek adına umut veren bir oyun görmeye taraftarın daha çok ihtiyacı var. Güçlü bir oyunda alınacak 1-0 talihsiz bir yenilgi bile homurtuları dindirecektir. Öte yandan kısır geçen bir oyunla ıkına sıkına gelen bir galibiyet bile kredi yükseltmeyecektir. Bu sebeple Galatasaray'ın sanki PSG maçı yokmuş gibi tempolu başlaması gerekiyor. Fenerbahçe için bu şartlarda (sakatlar) maçtan önce beraberlik antlaşması yapılsa Ersun Yanal razı olacaktır. Eğer Galatasaray'ın bu tempolu oynamak zorunluluğunu çözebilirse sağ açıkta Ozan Tufan ile başlayıp tempoyu sert bir duvarla kilitleyip enerjiyi söndürmeye çalışmayı deneyebilir. Kilitlenen maç ise gerginliğe doğru yol alacaktır. Fatih Terim'in fazla tercihi yok, Ersun Yanal'ın ise cesareti oyun tercihini belirleyecektir. Fenerbahçe eksiklerine rağmen psikolojik olarak daha avantajlı. Bu yüzden yarınki maç taktik savaşı gibi geçecektir ve muhtemelen tempo yapmaya çalışan Galatasaray'ı kapatan bir Fenerbahçe izleyeceğiz. Sonrasında her iki hocanın oyunu çözmek adına taktik savaşı başlayacaktır. Bu da bizi sıkıcı bir maça götürecektir.


8 Mayıs 2019 Çarşamba

Reklamlar - 2

Ramazan geldi, hoşgeldi. Televizyonlarımız birbirinden güzel ramazan reklamlarıyla dolu. Hatta bunlardan en güzeli, yüreğe dokunan Ak Parti reklamları gibi Coca-Cola'nın "Memleket Apartmanı" reklamı. Farklılıklarımızı iftar sofrasında toplayan bu güzel reklam aslında birbirimizden pek de farkımız olmadığını anlatıyor. Reklam için aşağıdaki videoyu izleyebilirsiniz.



Coca-Cola bu güzel reklama, her sene olduğu gibi, bir ramazan kampanyası ile yapmış ve bunu da bir devam filmiyle propagandasını yapıyor. Gel gör ki, bu güzel film bütçeyi mi bitirdi bilinmez ama promosyon için hazırlanan film tam bir saçmalık. Öğrenci kardeşimiz elinde bir(1) beyaz kapakla bakkala gidip hediye içeceğini istiyor. Ancak kapağın üstünde nal gibi "2 kapak getirene" yazıyor. Ardından da komşu teyzeyle yardımlaşma temalı final ile reklam filmi bitiyor. İzleyelim:


Yani öğrenci kardeşin okuma yazması mı yok? Bir de utanmadan bakkal amcaya şov yapmış, iyi dayak yememiş. Madem memleket apartmanı, bakkal döver valla. İkinci kapağı arasa, cebini falan karıştırsa, "Düşürdüm mü acaba ya" falan dese de teyzemiz ikinci kapağı yapıştırsa reklam tutarlı olabilir fakat ilk reklamı yapanlar ikincide bu hatayı nasıl yapmışlar, akıl alır gibi değil...

Bu vesileyle ramazanınızı kutlarım efendim.

21 Nisan 2019 Pazar

Bir Peri Masalı Radyum Kızları



Evde oturmuş "Uzun zamandır tiyatroya gitmedik" diye konuşurken geldi Kimya Mühendisleri Odası'nın "Tiyatroya gidiyoruz" etkinlik daveti maili. Kimisine göre tevafuk kimisine göre tesadüf...Bir süredir liberal ekonomi politikalarını incelemiş ve etkinlik günü, çok sevdiğim mesleğim kimya mühendisliğinin bırakma arifesinde saatlerce kod yazmış bir şekilde salonda yerimizi aldık. Oyun bittiğinde ise adeta üzerimizden kamyon geçmiş gibi hissettik.

Radyoaktivite'nin mucidi, insanlık tarihinin en önemli bilim insanlarından ve kadınların medeniyet tarihinde aldığı yolun en önemli kilometre taşlarından Marie Curie, eşi Pierre Curie ile birlikte Radyum elementini bulduğunda tam olarak ne keşfettiğinin farkında değildir. Çalışmalarına devam ettikçe 21. yüzyılın en büyük celladı olan kansere çare olabileceğini düşündüğü Radyum, gerçekten de modern tıpta kanserle mücadele alanında kullanılmaktadır. Ancak tüm bu keşiflerin öncesinde, radyum, 20. yüzyılın başlarında Madam Curie'nin dünyaya hediyesinden sonra, bir seri katil olarak tarih sayfalarında yerini almaktadır.
Marie Curie (1867-1934)

20. yüzyılın başlarında bilim dünyası Marie Curie'nin Henri Becquerel ile "Radyoaktivite" ve  Pierre Curie ile birlikte "Radyum" keşiflerinin Nobel Ödülleri ile sonuçlanmasıyla çalkalanırken dünya ise ilk çeyreği bir büyük savaş ile karşılıyordu. Karanlıkta yeşil bir renk ile parlayan radyumun bu özelliği Amerikalı girişimcilere ilham verdi ve Amerikan askerlerinin geceleri saati öğrenebilmesi için kadranı radyum tozuyla boyanmış saatler üretmeye karar verdiler. Waterbury Saat Fabrikası'nın bu ürünü savaştan sonra popüler bir patlama yaşayınca iş hacmi büyüdü ve bu da yeni işçilerle birlikte daha çok saat demekti. Bu radyum çılgınlığı sadece Waterbury saatleriyle sınırlı değildi. Savaştan sonra bu parlak madde kozmetik ürünlerinde hatta sularda bile kullanıldı. Amerikalılar çılgın gibi radyumlu ürünler tüketiyordu.

Bütün bu radyum rüyası Waterbury Saat Fabrikası işçilerinde garip hastalıklar başgöstermesi ve bir kısmının da ölmesiyle kabusa dönüştü. Fabrika çalışanları olan genç kızlar çinko tozlarıyla karıştırılmış radyum boyalarına daldırdıkları fırçaların uçlarını dudaklarıyla sivriltiyorlardı. Düşünün, sadece çinko içeren bir boya için bile günümüzde böyle bir uygulama iş sağlığı ve güvenliği prosedürlerine takılırken o yıllarda radyoaktif madde içeren bir boya için bu uygulama yapılıyor. İlk başlarda ağız ve diş sorunlarıyla baş gösteren rahatsızlıklar sonraları kemik hastalıkları başta olmak üzere bir dizi tanımlanamayan hastalık dönüştü. Gelinen noktada Waterbury Saat Fabrikası'nın işçilerinin, daha da önemlisi kadınların, hak arama mücadelesi günümüz iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarının temelini oluşturdu. Kadınların hak arama mücadelesini tekrar vurgulamak istiyorum çünkü aynı dönemde Radyum elementinin mucidi Marie Curie'nin Fransız Bilimler Akademisi'ne kabulü bir kadın olduğu için reddedilmişti.

Bu genel kültür bilgilerini uzatıp -oyuna gitmeniz halinde- alacağınız zevke limon sıkmamak adına hızla oyuna geçmek istiyorum. Devlet Tiyatroları'nın İstanbul'daki, efsane olan oyunu Profesyonel'den sonra, seyrettiğim ve beni bu kadar derinden etkileyen başka bir oyun olmamıştı. Oyun öncesinde aldığımız oyunun kitapçığında yazdığı gibi "genç ekip" gerçekten çok iyi iş çıkarttı. Kendi camialarında tanınmışlıkları olabileceğini düşündüğüm ekipte henüz ünlü olmuş kimse bulunmasa da ileriye dönük vaat edilen yetenekleri siz de oyunu izlediğinizde fark edeceksiniz.



Birinci perdede fabrikadaki çalışma şartlarının, işçi kadınların arkadaşlıklarının, hayallerinin, umutlarının, sevinçlerinin, hüzünlerinin anlatıldığı ve sizi, 1920leri anlatan bir film havasına fazlasıyla sokan oyun, ikinci perdede yaşanan ekonomik buhran ve hastalıkların ortaya çıkmasıyla yükselen bir dram ile yüzyüze bırakıyor. Özellikle kadınların, günümüzde bile yetersiz kalan, medeni dünyada kendine alan açma çabalarının 20. yüzyılın başlarında ne evrelerden geçtiğini gözler önüne seriyor. 

Oyunculardan ya da ekipten bilindik kimse yok. Şüphesiz ki tiyatro camiasında isimlerini duyurmuş olanlar vardır ama henüz "ünlü" olmuş kimse yok. Şüphesiz ki ilerde isimlerini duyuranlar olacaktır ve "ben bu oyuncuyu nereden hatırlıyorum?" sorusuyla biyografilerine baktığımızda Bir Peri Masalı:Radyum Kızları bize o hatırlamayı sağlayacaktır. Oyuncular henüz tanınmış olmasa da göze çarpan oyunculuklar ya da performanslar var. Oyundan alacağınız tada limon sıkmamak adına üstü kapalı değineceğim, oyunu izledikten sonra tekrar yazıyı açıp fikirlerinizi yorumlarda paylaşabilirsiniz. Özellikle "havalı kız"ın hastalığının baş gösterdiği sahne ve annenin kızıyla vedalaştığı sahnelerdeki performanslar çok etkileyiciydi.


Oyunun teknik altyapısı da gayet başarılı. Dekor geçişinde kullanılan sistem çok yaratıcı. Şüphesiz bunun örnekleri vardır ama dekor geçişinin arka planında verilen çalışma masası-hasta yatağı mesajı da çok iyiydi. Fakat bu teknik altyapı muhtemelen oyunu Üsküdar Tekel Sahnesi'ne hapsedecektir. Ayrıca ışıklar da çok başarılı kullanılmış. Duvardan yansıtılan ışıklarla, bir fabrikanın camından sızan gün ışığı çok net hissediliyordu. Zaman zaman sahnenin ortasına yansıtılan saat kadranı görüntüsü ve radyumlu boyaların yaptığı ışımayı göstermek adına kullanılan fosforlu ışıklar da iyi düşünülmüş detaylardı. Son olarak da ışık geçişlerindeki zamanlamalar da ışık şefinin işini hakkıyla yaptığını gösteriyor.



Oyunun anafikri vahşi kapitalizmin gelebileceği boyutları anlatıyor. Sermayenin, nasıl güç sahibi olduğunu ve hukuk üzerinde etkilerine dikkat çekiyor. Hatta oyunun sonlarına doğru "Sam Amca" figürü üzerinden yapılan pazarlıklar da anafikrin altını kalın kalemlerle çiziyor. Bütün bu anlatılana sol pencereden baktığımızda bu eleştiriler çok net yükseliyor. Tabi bir de madalyonun diğer tarafı var. Yazının başında da bahsettiğim gibi bir süredir liberal ekonomi modelini inceliyorum ve olaya biraz da bu çerçeveden bakmanın hakkaniyetli olacağını düşündüm. 1920lerde medeniyet, bırakalım işçi sağlığı, işçi haklarını insan haklarında bile günümüz dünyasından çok gerideydi. Hatta, yine yazıda bahsettiğim üzere, Marie Curie'nin bilime bu kadar katkısı varken kadın olarak yüksek lisans öğrencisi olması ya da bilimler akademisine kaydolması bile mümkün olamıyordu. Yani günümüz medeniyeti yıllardır süren mücadeleler sonunda belli bir seviyeye geldi. Peki olaya bir de işveren açısından bakarsak ne olur? Bütün ülke radyum çılgınlığı ile çalkalanırken ve radyumun mucidinin bile zararlarına dair en ufak bir fikri yokken işverenin bu hastalıkları üstlenmesini beklemek ne kadar gerçekçi? 21. yüzyılın değer yargılarıyla 100 yıl öncesini irdelemek ne kadar adil? Tarihsel olaylar, dönemin tarihsel gerçeklikleriyle değerlendirilmelidir. Bu sebeple, "vahşi kapitalizm" vurgusunu işveren için kullanmak pek de adil gelmiyor bana. Onun yerine, daha günümüzden, daha taze bir vaka vahşi kapitalizme örnek olarak verilebilir. Bütün gelişmiş medeniyetlerde maden kazaları diye bir problem bulunmazken 21. yüzyılın genç cumhuriyeti Türkiye'de hala madenlerde işçiler ölüyorsa işte buna vahşi kapitalizm denilebilir. Özetle, yaşanan felaketten ders alınıp alınmadığı ya da medeniyet evriminden paya düşenin karşılanıp karşılanmadığı asıl meseledir. 


Radyum kızları vakasının irdelenmesi gereken bir başka boyutu daha var. Waterbury Saat Fabrikası'nın patronları hastalıkları kaynağının radyum kaynaklı olduğunu içten içe kabul ettikleri süreci bir düşünelim. Bu durumda radyumun zararları açıkça belirlenene kadar kullanımı yasaklanacaktır. Bu durumda da sektörün diğer aktörleri olan, radyumlu kozmetik madde üreticileri, radyumlu su satıcılar, patronların iş sahalarını kaybetmemek adına nasıl bir baskı oluşturduğunu tahmin etmek zor değil. Bu bütün patron/sermaye baskısı hem kendi saflarını sık tutmaya hem de mahkemenin kararını etkilemeye dönük olacaktır. İşte mahkemeye oluşturulan bu baskının da adı vahşi kapitalizmdir. Ne dindarların dini ahlakı ne de sosyalist-komünistlerin vicdanı bunu engelleyebilir. Tarihte yüzlerce bunlarla ilgili örnek varken vahşi kapitalizmin önüne geçebilmenin tek yolu hukuku daha güçlü ve daha keskin kılmaktır. Çünkü işin içine para girdiği zaman insanlığa ait vicdan, ahlak gibi değerler çok daha kolay bir şekilde erozyona uğrayabiliyor.


Yüzyıllardır süren kapitalizm/anti-kapitalizm, patron/işçi sınıfı ya da ekonomik modellerin tartışmasını bir yazıyla çözümleyecek değilim. Zaten ben de henüz bu çözümlemeyi kendi içimde yapabilmiş değilim. Bir Peri Masalı Radyum Kızları size bu konular hakkında düşünmenizi sağlayacak yeni boyutların kapılarını açıyor. Bu güzel oyuna gitmek için Devlet Tiyatroları'nın http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-istanbul.html adresinden takvime bakabilirsiniz.


Not: 2006 yılında 8. sınıf öğrencisi Madeline Piller, şehirlerinde yaşanan bu felakete dikkat çekerek lobi çalışmaları başlatımış ve 2011 yılında Radyum Kızları adına bir anıt heykel dikilmesini sağlamış. Belki de bu yüzden ABD, dünyanın geri kalanı kendisinden nefret etmesine rağmen dünyanın geri kalanından en çok göç alan ülkedir.


Not2: Radyum Kızları ile ilgili daha kapsamlı bilgilere şu bağlantıdan erişebilirsiniz: http://www.acikbilim.com/2014/12/dosyalar/radyum-kizlari.html







3 Mart 2019 Pazar

Bir Aşk İki Hayat




Başarısız bir yönetmen, cıvıl cıvıl hayat dolu bir mimar, bir köpek, bir kaza ve Ay Yapım ve Med Yapım ortaklığı Şampiyon'dan sonra sımsıcak bir hikaye ile daha karşımızda: Bir Aşk İki Hayat. Türkiye'nin en popüler iki sinema/dizi içerik üreticisi şirket güçlerini Eylül 2018'de Madd Entertainment adı altında birleştirmişler. Adeta bir elin nesi var iki elin sesi var durumu. Şampiyon'dan sonra bu birliktelik yoluna güzel bir aşk hikayesiyle devam ediyor ve geçmişten günümüze gerçekten başarılı işler çıkarmaya devam ediyorlar. 

Bir Aşk İki Hayat'ın fragmanını izlediğinizde sizi Nejat İşler'in o buğulu ve büyülü sesi karşılıyor. Umut (Engin Akyürek) o gece köpeğini dışarı çıkarmak ya da çıkarmamak arasında iki seçenek arasında kalır ve bu her iki seçenekte de başına gelenleri konu alan bir film ortaya çıkar. Paralel evrenlere göz kırpan bir, pardon iki hikaye ile aslında ying-yang ya da bu topraklara ait cümlelerle "her şerde bir hayır, her hayırda bir şer vardır" hikayesi filmin ana fikri. Bu örnekte filmler şüphesiz olarak vardır ama benim izlediğim ilk örnekti. Eğer Kelebek Etkisi'ni saymazsak. Her anı dolu dolu, izlerken sıkmayan bir film Bir Aşk İki Hayat. 

Engin Akyürek Umut rolünde gayet başarılı olmuş. Hatta yazıya başlamadan önce fragmanı tekrar izledim. Ardından da Akyürek'in bir önceki filmi (yine Ay Yapım imzasıyla çıkmış) Bir Küçük Eylül Meselesi (2014)'nin fragmanını izledim. Ve fark ettim ki Akyürek bu 4-5 yıl içinde oyunculuk anlamında çok yol almış. Buna bir de estetik operasyonlarını eklersek Akyürek de artık yeni nesil aranan jön ekibine katılacaktır. Eylül Meselesi'nde hikaye genel olarak Eylül (Farah Zeynep Abdullah) üzerinden akıyordu ve açıkçası Zeynep Abdullah bir karakteri canlandırıyorsa kesinlikle diğer oyunculardan rol çalıyor. Buna bir de Tekin karakterinin silik, pasif bir tip olmasıyla "Acaba Tekin'i Akyürek'ten başkası daha iyi oynar mıydı?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir Aşk İki Hayat'ta ise hikaye ağırlıklı olarak Umut'un iki seçeneğinden oluşan iki hayatı olması sebebiyle Umut üzerinden akıyor ve Akyürek de bu rolü gayet başarılı olarak doldurmuş. Hatta filmin 10-15. dakikasında filmi birlikte izlediğim Aselgız'a "Bu Eylül Meselesi'ndeki oğlan mı?" diye sormuştum. Yani Akyürek'in gelişimi kesinlikle fark ediliyor. 

Bergüzar Korel herhalde bu film için seçilebilecek en uygun oyuncuydu. Şüphesiz yetenekli kadın oyuncularımızın sayısı fazla ama sessiz sakin, fazla çığırtkanlığını yapmadan güzel bir film yapıyorsanız oyuncu seçiminde de yine uzun zamandır kamera önünde olmayan birini seçmek bana mantıklı geliyor. Vatanım Sensin'de oyunculuğunu üst seviyelere çıkan Bergüzar Korel'in diziden sonraki ilk işi bu film olmuş. Vatanım Sensin'deki Azize karakteri unutuldu ve artık Deniz olarak bambaşka bir karakter için daha çarpıcı bir şekilde ortaya çıkabildi. Deniz, hayatını düzene koymakla ilgili problemleri olan başarılı bir mimar. O kadar hayat dolu bir karakter yaratılmış ve Korel de bunu o kadar güzel oynamış ki filmi izlerken içiniz ısınıyor. 

Yan rollerde İpek Bilgin dolu dolu oynuyor. Merve Dizdar iyi iş çıkarmış. Osman Sonant ise hepi topu 10-12 saniyede oyunculuk nasıl olur dersi vermiş adeta. 

Filmin yönetmeni Ali Bilgin gayet başarılı bir iş çıkarmış. Zaten biyografisine baktığımızda Medcezir, Delibal, 20 Dakika, Ufak Tefek Cinayetler gibi başarılı yapımlarla Ay Yapım'ın kadrolu yönetmeni gibi bir durum söz konusu. Bu filmde ise hikayenin temposunu kaçırmadan, geçişleri kararında ve zamanında yaparak güzel bir iş ortaya çıkarmış. Hikayeyi senaryolaştıran Burcu Görgün Toptaş ve Özlem Yılmaz da buradan bir tebriği hakediyor. Ali Bilgin ile Ufak Tefek Cinayetler'de birlikte çalışan görüntü yönetmeni Yalçın Avcı'yı da kutlamak gerek. Filmde özellikle 4 mevsim geçiş sekansını ve bu sekansın sonundaki evlenme sahnesini çok beğendim. Ayrıca "mutluluğu bağlama" da çok güzeldi. Filmin neredeyse tamamı Kadıköy'de geçiyor ve adeta Kadıköy tanıtım filmi gibi kullanılabilecek kadar güzel. Mekan seçimleri, kostümler... Her yönüyle başarılı bir film çıkartmışlar. 

Bir Aşk İki Hayat, tanıtımı yetersiz oluşundan mıdır bilemedim, izlenme oranları düşük kalsa da güzel 2 saat geçireceğiniz bir film olmuş. Vıcık vıcık bir aşk hikayesinden ziyade anlattığı bir hikayesi olan film. O yüzden sadece çiftler için değil, tekler için de güzel zaman geçirmek adına iyi bir seçim olur. Özellikle de vizyonda yeteri kadar iyi yapım yokken.

Bir Aşk İki Hayat (Başka İhtimal) (2019)
Yönetmen: Ali Bilgin
Senaryo: Burcu Görgün Toptaş, Özlem Yılmaz
Görüntü Yön. : Yalçın Avcı
Yapım: Ay Yapım & Med Yapım

23 Şubat 2019 Cumartesi

Organize İşler:Sazan Sarmalı

Zaman zaman bloga yazı yazmak yerine ben de derdimi Youtube'dan mı anlatsam diyorum. Fışşşt diye görüntü efekti, orda öyle olmadı burda böyle oldu diye yap tespitini 2 dakikada bitir. Neyse biz yine yazmaya devam edelim. Ama yazıyı bol resim ve görüntüyle süsleyip biraz video havası vermeye çalışacağım. Başlıyoruz...



Son dönemin en tartışma yaratan filmi Organize İşler 2: Sazan Sarmalı çıktı. Normalde 14 yıl aradan sonra yapılan bir devam filmi kendi başına bir tartışma konusudur ama yaratılan suni "patlamış mısır"  tartışması filmin önüne geçti. Vizyon tarihi ilk açıklanandan 1-1,5 sonraya sarkıtılan film 1 Şubat tarihinde vizyona girdi. Ardından 15 gün geçmeden filmin hala vizyondayken Netflix'te de yayınlanacağı duyuruldu. Parasını peşin ödediğimiz Sinemia'daki 3 bilet hakkımızın bitmesine 5-6 gün kalsa da bu filmi yine de sinema yerine Netflix'te izlemeyi tercih ettik. Konu açılmışken (aslında açılmadı, bu filmden bahsediyorsak bi şekilde konu oraya gelecekti) şu "patlamış mısır" mevzusunda görüşümü söyleyeyim.




Bu konuda rakamsal analizleri, sektörün durumunu, dağıtımcıların film yapımcılarının pozisyonunu anlatan onlarca video Youtobe'da yerini aldı. Bu konuda izlediğim en iyi çalışma 2016 yılında yayınlanan ve sektörün ötekilerinin duruşunu gösteren coloured giraffes sayfasının hazırladığı Kapalı Gişe Only Blockbusters Left Alive HD  isimli videodur. Tam 2 yıl sonrasına projeksiyon tutan bu video yaklaşmakta olanın habercisi olarak yerini almış, kıymeti bilinmemiş. Bizde ise gündem aynı amaç için çok da başka yerden patlak verdi. Özetle, popüler film yapımcıları , dağıtım (neredeyse) tekeline kazan kaldırdı. Bu piyasayı düzenlemek, bağımsız, düşük bütçeli, alternatif, protest ya da her nasıl isimlendiriliyorsa sinemaya alan açmak için değil , tüketiciyi eşek yerine koyulduğu için de değil, sadece patlamış mısırdan avanta almak üzerine bir kazan kaldırmaydı. Şüphesiz ki, film yapımcılarının haklı olduğu konu var, bilet fiyatına giydirilen patlamış mısır menüsü fiyatlarıyla; dağıtımcıyla ve gösterimciyle -ki bu iki taraf da büyük ölçüde aynı şirket- anlaşmasından hak ettiğini alamıyordu. Ancak burada öyle bir yerde konumlandılar ki, yaptıkları filmleri tüketen insanların haklarına saygı duymadan, onlarla sanki hiç ticari ve gönül ilişkisi kurmuyorlarmış gibi, tüketicinin sorunlarını hiçe sayarak kendi avantalarının peşine düştüler. Böyle olunca da sevenleri/hayranları tarafından destek görseler de bu tartışma ana eksende yapımcı-dağıtımcı kavgası oldu ve tüketici dışarda kalarak, olayın iç yüzünü öğrenip, iki tarafa da soğudu. Bu soğuma henüz istatistiklere yansımadı ama derinleşerek yaşadığımız ekonomik kriz ile hasılatlar da düşmeye başlayacaktır (Tabi senede 1 kere sinemaya Recep İvedik için giden kitle sayesinde Recep İvedik 6'dan yeni bir rekor bekliyorum). Tabi ki artık BKM, Cem Yılmaz Fikir Sanat vb. oluşumlar basit film şirketlerinden daha fazlası ve yüzlerce çalışanı olan dev endüstri kuruluşları. Ve haliyle bu şirketlerin başında bulunan Yılmaz Erdoğan, Necati Akpınar, Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar gibi isimler de oyuncu oldukları kadar da şirket sahipleri. Sonuçta şirketlerinin ve çalışanlarının emeklerini, haklarını korumaları, bu dev şirketlerini döndürmeleri gerekli. Galiba artık onların birer patron olduklarını kabul etmemiz gerekiyor. Cem Yılmaz'ın 2008 gösterisinde yaptığı "bundan sonra bedava oynayağım" şakası pop-corn krizinde "Yeni Cem Yılmaz'lar çıkarmak" sözüne cevaben "gerekirse bedava gösteririz" çıkışının samimiyetsizliğine evrildi. 10 yıldır dilinde olan "bedava" lafıyla meselenin para olmadığı vurgusu yapılmaya çalışılsa da hala "bedava" olan bir işi yok. Bütün bunların finalinde yaygara koparılarak çıkarılan "Sinema yasası" ile avantalarını kopardılar ve sonuçta protesto ettikleri tekelin salonlarına çöreklenen bir Organize İşler 2: Sazan Sarmalı ile karşı karşıya kaldık. Bütün bu tartışmadan elimize kalan ise sinema yasası ile sansürün yasallaşması ve az önce sözüne ettiğim alternatif sinema yapımcılarının işlerinin daha da zorlaştığıdır. Şimdi de filmin yayın haklarının Netflix'e de satılmasıyla BKM tarafından gelen "mesele para değil" minvalinde ama meselenin ne olduğunu anlatmayan açıklama ve Sinema Göstericileri Derneği'nin açacağı para davası. Sanırım FFP ile endüstriyelleşen futbola olan direncimiz nasıl kafamıza vurula vurula kırılıyorsa endüstiyelleşen sinemaya olan direncimiz de daha uzun yıllar ağzımızda kekremsi bir tat oluşturacak.

Başlı başına bir yazı konusu olan uzun paragrafın ardından filme geri dönelim. Organize İşler filmi zamanında çok popüler olmuş, Erdoğan'ın Vizontele ile birlikte kült sayılacak filmidir. Ben bu listeye Vizontele Tuuba'yı hatta Neşeli Hayat'ı da eklerim. Defalarca açıp açıp tekrar izlediğim filmlerdir. BKM ekibi dediğimiz ve bir nefeste 10-12 kişi sayabildiğimiz kadronun tiyatro ve filmleri bir döneme damga vurdu desek yeridir. Neşeli Hayat ile yavaş yavaş kadro yenilendi, mutfaktan yetişenlerle film yapıldı. Kelebeğin Rüyası ve Ekşi Elmalar ise "BKM oyuncuları" mitinin dışına çıkan başarılı yapımlardı. Organize İşler 2: Sazan Sarmalı ise birinci filme göz kırpan, tanıdık yüzleri barındıran bir kadrosu olmuş. Yine de yeterli değil. Yılmaz Erdoğan sanki ortaya çıkıp "Devam filmi çekiyorum. Organize İşler 2. Oynayanlar elime mum diksin" demiş gibi. Tabi ki Demet Akbağ, Altan Erkekli, Özgü Namal'ın karakterleri birinci filme özgüydü. Bu filmde olmaları çok da beklenir bir şey değildi. Yine de Asım Noyan'ın çetesinin 3'de 2'si bu filmde yok. İz bırakan film/dizi yapımlarında sevilen karakterler acaba dizi hayatında nasıl yaşıyorlar diye merak ederim hep. Mesela Behzat Ç'de Harunla Eda evlendi mi? İkinci Bahar'da Hanım ile Ali Haydar'ın bebekleri şimdi ne yapıyor gibi. 14 yıl sonra devam filmi gelince ilk filmde iz bırakanların da hayatlarına dair küçük ipuçları arıyor insan ister istemez. Mesela Samet (Tolga Çevik) ne yaptı? Umut ile bir gelecekleri oldu mu? Asım'ın ekibinden ayrılanlar neden ayrıldı, şimdi neredeler? Yani özetle, Organize İşler 2 : Sazan Sarmalı Asım Noyan'ın devam filmi gibi olmuş. X Men filmlerinin arasına çekilen Volverine filmleri gibi düşünebilirsiniz. İlk filmin son sahnesinde Asım'ın dolandırıcılığı bırakacağına dair bir ihtimal vardı ancak Sazan Sarmalı'nın fragmanlarından bile anlıyoruz ki bırakmamış. Yine de birinci filmde meşhur fuhuş baskınından önce dişlerini araklayacağı Altın Diş'in dişlerini 14 yılda araklamayı becerememiş. İlk filmi güzelleştiren, detay karakterlerin devamı hakkında da bir bilgimiz yok. Bu da filmi devam filminden daha çok kendi başına bir film yapmış.  Haliyle de bir devam filmi için beklentinin altında kaldığını söyleyebilirim. Kadroyla ilgili olarak şunu da ekleyeyim. Henüz izlemesem de ÇGHB2'nin fragmanlarında gördüğüm 1-2 oyuncunun da bu filmde rolü var. Mutfak'tan pişen yeni oyunculara da alan açılmış bu konuda.

Filmi kendi açısından ele alırsak, Asım Noyan'ın belini bu filmde Cem Yılmaz yerine Kıvanç Tatlıtuğ büküyor. Yine tamamen orijinal yazılmış bir karaktere çok iyi hayat vermiş Tatlıtuğ. Sazan sarmalı, Bulgar kızlara para kaptırma, telefonda savcı tarafından aranmak, tansiyon aletiyle araba çalmak gibi suç dünyasına ait güncellemeler de bilgi dağarcığımızı genişletiyor. Bol İstanbul çekimleri bence hiç problem değil. Haliç'te su üstündeki kovalamaca da çok iyi düşünülmüş, bana GTA Vice City'i hatırlattı. 
Oyunu oynayanlar bu görevi hatırlayacaktır
Arabayla kovalama sahneleri iyiydi fakat Asım Noyan zekasında birisine altındaki BMW ile dar sokaklara girerek Tofaş Şahin tarafından yakın kovalanmaya fırsat vermesini yakıştıramadım. İlk filmde Asım Noyan'ın kızını canlandıran Nazlı'yı Yılmaz Erdoğan'ın kızı Berfin Erdoğan canlandırmıştı. Bu filmde Nazlı'yı Bensu Soral canlandırmış ki ben hakikaten Berfin Erdoğan büyümüş de filmde yine aynı karakteri oynamış sandım. 



Herhalde filmin en güzel sahnesi de Erdal Tosun'a selam çakılan sahneydi diyebilirim. 


Ha bir de "para nerede-araba nerede"ye yapılan 1-2 gönderme de hoştu. İlk filmde fuhuş tezgahında Ercüment Bey ile İbrahim Bey inşaat işindeydiler ve Altın Diş'e Asım "Demirciyiz bu ara" diyordu. Bu filmde de "demircilik"i nasıl yaptıklarını görmüş olduk. 

Ezgi Mola'nın kendine has bir havası var ve Demet Evgar ile birlikte "ne oynasa güzel oluyor" diyeceğim bir oyuncu. ilk filmdeki Silvio (Öner Erkan)'nun katalizör karakteri bu filmde Okan Çabalar'ın oynadığı Taklacı Ziya karakteriyle devam ettirilmiş. Okan Çabalar da başarılı oynamış. Taklacı Ziya ismi de bana Şener Şen'in meşhur Ziya karakterini anımsattı. 

Gönderme demişken bundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Dediğim gibi ilk filmi defalarca izlemişimdir. Youtube'da da BKM kanalı tarafından konulan pasajların arasında "Böbreğimi çalmışlar" sahnesi vardır. Bu sahnede ilk filmin oyuncu kadrosunda "çete üyesi" olarak geçen Ezgi Mola'nın Silvio (Öner Erkan) ile duygusal ilişkisi olduğu anlaşılıyor. Sazan Sarmalı'nda ise Ezgi Mola artık bir isim almış, Lerzan olmuş ve Asım Noyan'ın sevgilisi olmuş. Yani Asım Noyan, çete üyesi Silvio'nun sevgilisini elinden almış. Filmde bu Lerzan tarafından "zamanında abi dedim ama demiyorum artık" falan denilerek de belirtiliyor ki ilk filmde birkaç yerde "Asım Abi" olarak sesleniyordu. 



Nil Karaibrahimgil için 1-2 cümle etmeden olmaz. İlk filmdeki efsane şarkıdan sonra bu filme de şarkı yazmış. Kadın kelimeleri filmin konusuyla raks ettirme konusunda gerçekten çok başarılı. İlk filmin konusuyla şarkı sözleri arasındaki bağlantının benzeri Bir Eylül Hikayesi filminde de vardı. Bu iki film şarkısı çok başarılı olmuştu. Sazan Sarmalı'nda da filmin hikayesine uyumlu sözleri olan bir şarkı hazırlamış ama -film beklentinin altında kaldığı içindir belki de- bende ilk filmdeki şarkının yarattığı etkiyi yaratmadı. 



Özetle Organize İşler 2: Sazan Sarmalı bir devam filmi için hayal kırıklığı kendi başına ise hoş denilebilecek bir film olmuş. Yine de sektörün yaşadığı çekişmeler ve dedikodulardan tüketici olarak bize yansıyanlar ile buruk bir tattan öteye geçememiş. İlk filmde ağızlara dolanan onlarca replik olmasına rağmen bu filmde akılda kalıcı tek sahne yok. Yıllar sonra Organize İşler: Sazan Sarmalı için "hee pop-corn muhabbeti vardı" ve "Kıvanç Tatlıtuğ güzel oynamıştı" cümleleri haricinde pek bir şey geçmeyecek gibi. Yılmaz Erdoğan'ın yerinde olsam Tatlıtuğ'un oynadığı Sarı Saruhan karakterinin üzerine bir film yazıp bu filmi de geçiş filmin olarak hatırlanmasını sağlardım. 

Film ve dizi sektörüyle ilgili beğenerek takip ettiğim iki kanalın filmlerle ilgili videolarını da aşağıya bırakıyorum.

Organize İşler (2019)
Yönetmen: Yılmaz Erdoğan
Senaryo: Yılmaz Erdoğan
Yapım: BKM


26 Ocak 2019 Cumartesi

Reklamlar -1

Kişisel hobim olduğu için izlediğim reklamlarla ilgili olumlu ya da olumsuz düşüncelerimi paylaşacağım yazılar yazmaya karar verdim. 

Zen Pırlanta


Pırlanta firmalarının reklamları genelde deterjan reklamları gibi sade suya tirit reklamlar oluyor. Akılda kalıcılık açısından hiçbir farklılığı yok, görsellerde kullanılan ürünlerin markayla eşleşmesi gibi bir durum da söz konusu değil. (Hatta hatta bir tane firma Seda Sayan'ı reklam yüzü olarak kullanmış ki hepten facia.) Bunun yanında Zen Pırlanta "Zen'siz olmaz" sloganıyla akılda kalıcılığı yakalamış. Hatta reklamda güzel de bir beste yapmışlar ama reklam genel mesajıyla olmamış be abi. Evlilik yıldönümünde tektaş satın alabilen bir adam var karşında ama o da ne? Bir teşekkür bile etmeyip sanki düzenli olarak tektaş hediyesi almak için evlenmiş gibi davranan bir kadın. Baksanıza, adam kayboluyor, kadın yüzüğe şarkılar söylüyor, sanki yüzüğe aşık. Hatta "söylenmeyen sözler paraklığında kaybolur" derken "Benim kocam öküz. İki lafı bir araya getiremiyor, böyle yüzük alıyor' demiş oluyor. Pırlanta firmaları reklamla öne geçmek istiyorlarsa iki yol var önlerinde; ya  Nil Karaibrahimgil'in şarkısındaki gibi "Tektaşımı kendim aldım"dan yürüyerek kadınların feminist duygularına oynasınlar ya da genelde yüzükleri satın alan erkek tarafını markalarını tercih etmeye ikna edin. 


Peros


Deterjan reklamı demişken Saba Tümer'li Peros Reklamı'ndan bahsetmeden geçemeyeceğim. Deterjan reklamları için "sade suya tirit" tabiri şöyle ki: ünlülere verilen çuvalla para ama marka bilinirliği sıfır. Çağla Şikel'in 8 haftalık  tatil dönüşü çok da gerçekçi durmuyor bu yüzden. Bu piyasayı yıkıp geçen, doğal, sıradan insan başkahramanlı "cırt Ayşe Teyze"li reklamlar ACE'nin ismini nasıl da akıllara çaktı halbuki. İşte Peros bu "ünlülerle deterjan reklamı" klişesini tekrar yıkan reklamlar yaptı. (Ben de arada sırada deterjan reklamı yapsam diye düşünür bu klişenin üstüne yürüyecek fikirler geliştiririm ama Peros'un reklamı aklıma gelmemişti)  Televizyonda ilk izlediğimde kahkaha atmıştım, hala ne zaman izlesem gülerim. Özellikle hizmetçinin oyunculuğunun doğallığı da çok iyi olmuş. Keşke 3 kiloluk olan deterjan poşetinin gerçeğini kaldırsaydı da boş karton kaldırdığı bu kadar belli olmasaydı.
Firmanın televizyonda ratlamadığım, bu klişeye sağlı sollu giriştiği diğer reklamları da şöyle:




Lipton Ice-tea


Ülkemizde, benim hatırladığım, örnekleri pek olmasa da "rakibine gönderme yapan" ya da diğer bir deyişle "marka savaşları" reklamlar çok meşhurdur. Özellikle zeka ve espri çıkardığı için ortaya, ben ayrıca severim. Lipton Ice-tea ise bu tarzın en güzel örneğini vermiş. Coca-cola'nın Tarkan'lı ve zannediyorum uluslararası amaçla yaptığı reklama müthiş göndermeler yapmış. Cengiz Bozkurt'un sempatik oyunculuğu, Coca-Cola renklerindeki kostümü, "hani böyle" yaparken Tarkan'ın dansını taklit etmesi ve "ilk akla gelen, gazsız, KOLA'ya kaçmıyoruz" cümleleriyle mesaj net olarak verilmiş. Hala izlemediyseniz Coca-cola'nın reklamını aşağıya bırakıyorum. Daha önce yapılmış benzer örneklerden de altına iliştiriyorum.



Pepsi ile Coca-Cola'nın arasındaki rekabete dayanan iki reklam

Blackberry'nin Apple'a göndermesi ve aldığı cevap

Mc Donald's reklamı gibi Burger King reklamı

Mercedes'in tavuk reklamına Jaguar'ın cevabı

Bu konuda yapılan en iyi çalışmalardan...

Çiçero: İlyas Bazna


"Bana göre savaşın kazananı yoktur"

Dikkat (Attention, Achtung) !! Bu yazı filmi izlemediyseniz spoiler içerebilir. Yani bir diğer deyişle film zevkinize limon sıkabilir. 

2 Dünya Savaşı yıllarında İngiltere Büyükelçiliği'nde çalışan İlyas Bazna'nın Almanlar'a gizli belgeleri satması tarihimizdeki en entresan hikayelerden bir tanesi. Hollywood sinemasında bu dönem filmleri önemli yer tutarken savaşa girmediğimiz için (savaşa girmememizi sağlayarak belki de yeni kurulan cumhuriyetin varlığını devam ettiren İsmet İnönü'ye tekrar rahmet dileyelim) bizim tarihimizde biraz boş geçen bir dönem aslında. İşte hikayesi olmayan savaşın en fantastik hikayesidir İlyas Bazna bu topraklar için. Ve bir de hakkında bilinmeyenler... Kimilerine göre, cumhuriyet ile birlikte yeniden şekillendirilen Teşkilat-ı Mahsusa'nın bir ajanı, kimilerine göre ise para ve macerasever sıradan bir uşak. Hakkındaki teoriler o kadar geniş ki, bizzat anılarını kaleme aldığı kitapta bilgileri para için sattığını, Almanlar'dan aldığı paraların da sahte çıktığını söylese de bu bilginin bile ajanlığını gizlemek için ortaya atıldığını savunanlar var. Ya da kitabın yazarının gerçek Çiçero olmadığını savunanlar. İşte tarihimizin en gizemli kahramanlarından biri olan İlyas Bazna'nın yani nam-ı diğer Çiçero'nun hikayesi de Dijital Yapım Evi tarafından film yapıldı.

"Ayla ve Müslüm'ün yapımcılarından Çiçero" sloganıyla tanıtımları yapılan film yaşanmış hikayeleri kurgulamak konusunda çok başarılı. Bu topraklarda -sırf cumhuriyet döneminde bile- filmi yapılası nice hikaye var ve Mustafa Uslu'nun sahibi olduğu Dijital Yapım Evi bu hikayeleri çok başarılı bir şekilde ortaya çıkarıyor. Ayla ve Müslüm ile rüştünü ispatlayan yapımevi artık referans noktası olarak bu iki filmi göstererek yol alacağa benziyor. Önümüzdeki ay vizyona girecek olan "Türkish-i Ice-Cream" filmiyle de Birinci Dünya Savaşı sırasında Avustralya'da yaşayan iki Türk'ün, Avusturalya'nın İngiltere'den dolaylı olarak itilaf devletleri tarafında Osmanlı'ya savaş açmasıyla, başından geçen olayları ele alıyor. Filmin konusu için Sunay Akın'ın Youtube'daki Küp isimli kanalında yayınladığı şu videoyu izleyebilirsiniz. Yılmaz Özdil'in ise aynı hikayeyi farklı kaynaklardan farklı aktardığı şu yazıyı da inceleyebilirsiniz. İşte Mustafa Uslu önderliğinde Dijital Yapım Evi, hakkında böyle farklı görüşler olan hikayeleri senaryolaştırarak beyaz perdeye aktarıyor ve bu işte de gayet başarılılar. Biz tekrar dönelim yazımızın konusu Çiçero filmine.



Sonda söyleyeceğimi başta söyeyeyim; film biraz aceleye gelmiş gibi. "Ayla ve Müslüm'ün yapımcıları" diye tanıtımı yapılınca ve başrolde Erdal Beşikçioğlu, yönetmen koltuğunda da Serdar Akar olunca ister istemez bir beklenti oluşuyor. Filmin beklentiyi karşılamakta vasat kaldığını söylemek gerek. Sanki "Para kazanmışken filmi yapalım da gerekirse seriye bağlar öncesini sonrasını anlatırız" denmiş gibi bir olmamışlık var filmde. Ne kadar zamanda hazırlanılıp çekildi bilemiyorum ama "2017 Ayla, 2018 Müslüm, 2019'u da Çiçero'ya ayıralım" şeklinde yaklaşmış olsalardı daha etkileyici bir film ortaya çıkabilirdi. Filmin yayınlanın 3 fragmanını youtubedan izleyince devam filmlerini geleceğini ya da extended dvd versiyonunun olacağını zannettim. Çünkü filmde olmayan sahneler fragmanlarda vardı. Ardından ise film için hazırlanan vikipedia sayfasında ise (evet kapalı ve 0 "sıfır" yöntemiyle giriyorum) oyuncu kadrosunun, senaryonun, hikayenin revizyon geçirdiğini fark ettim. Yapılmak için yola çıkılanla yapılan arasında hakikaten büyük farklar var. Yapımak istenen 2019 Çiçero olup uluslararası bir film yapmak iken yapılan "akıyorken dolduralım" denilerek iç piyasaya Çiçero olmuş. O kadar iç piyasa ki, Erdal Beşikçioğlu'nu pavyona gönderip rakı fondipleterek Behzat Ç. göndermesini yapmışlar.

Her ne kadar ülkemizde kapalı olsa da yapımcılar fark edip değiştirmeden ekran görüntüsü
Filmde o kadar rahatsız edici durumlar vardı ki bahsetmeden geçemeyeceğim. İlyas Bazna'nın İngiliz Büyükelçi tarafından keşfedilme hikayesi nasıldır bilemiyorum. Yugoslavya Büyükelçiliği'nde personel olan Bazna (Erdal Beşikçioğlu) sahneye ilk olarak arya söylerken çıkıyor. Bunun yanında ağzını açmadan arya söyleyen bir Erdal Beşikçioğlu ile karşılaşıyoruz. Üstelik şarkıyı ezberlemediği için yapılan playbackte sözler ve dudak hareketleri birbirine oturmuyor. Zaten filmde bütün olarak bir dil problemiyle karşı karşıyayız. Mesela Alman ataşe aksanlı bir Türkçe ile konuşurken, Alman Büyükelçi ve İngilizler İstanbul Türkçesiyle konuşuyorlar. Kendi aralarında, kendi dillerinde konuştuklarında ise Türkçe konuşan oyuncular kendi kendilerini İngilizce ve Almanca dublajlamışlar. Haliyle filmde iğreti duran bir durum ortaya çıkmış. Keşke cast seçimini yabancılardan yapsalardı. Ya da bir başka gariplik Bazna'nın İngiliz Büyükelçiliği'nde işe başlamasıyla ortaya çıkıyor. İkinci Dünya Savaşı'nda ortalık ajan kaynarken, bilgi sızmaları, istihbarat savaşları, personel izlemeleri ile geçerken Bazna basit bir soruşturmayla işe başlayıp koskoca İngiltere Büyükelçiliği'ne elini kolunu sallayarak girip çıkıyor. 

Filmde hiç mi iyi bir şey yok? Tabi ki var.  Mesela anlayamadığınız herhangi bir sahne daha sonradan filmin içinde gayet açıklayıcı bir şekilde işleniyor. Erdal Beşikçioğlu'nun arya sahneleri dışında oyunculuğu çok iyi. Filmin ana hikayesi Bazna olsa da T4 projesi üzerinden down sendromu, otizm, sakat doğum gibi farklılıkları anlatan hikaye de gayet başarılı. Müzikler Fahir Atakoğlu mu Onur Özmen mi bilemiyorum ama çok başarılı (Filmi izledikten sonra Yılmaz Özdil'in Mustafa Kemal kitabından öğrendiğim ama ekşi sözlükte de olan şu hikaye hoşunuza gidecektir) Araba sahneleri ve aksiyon-dövüş sahneleri de Türkiye standardının üzerinde ve kararında. Kadın başrol Burcu Biricik de gayet etkileyici. 

Özetle Çiçero filmi garp kafasıyla yola çıkılıp şark kafasıyla sonlandırılmış bir yapım. Dijital Yapım Evi için yelkenleri dolduran rüzgar boşa harcanmış gibi. Türkiye'de yapılan benzer uyarlamalardan kült olabilenler varken (mesela Son Osmanlı Yandım Ali) o seviyeye çıkamayıp ortalamada kalmış bir iş olmuş. Turkish-i Ice-Cream filminin fragmanına "Ayla ve Müslüm'ün yapımcısından" ibaresi koymamışlardı. Bakalım film vizyona girdiğinde afişine yazacaklar mı? Fakat Çiçero afişte referans olmayabilir. (Sömestr tatili başlarken ve boykottan dolayı karşısında rakip de yokken gişede çuvallaması ise açıklanabilir bir durum değil. Sanırım izleyici de boykot yapanları haklı bulup sinema salonlarını boykot ediyor)  Erdal Beşikçioğlu'nun, Serdar Akar'ın ve müziklerin hatrına puanım 5,5'tan 6/10 olur. 

Not: Yazıyı yazdıktan sonra şöyle bir güzel eleştiri yazısı buldum. Onu da buraya bırakıyorum: https://www.haberturk.com/yazarlar/mehmet-acar/2295130-cicero-casusluk-ve-melodram-hikayesi