30 Aralık 2016 Cuma

(Cumhur)Başkanlık Sistemi ve Yeni Anayasa

1,5 senedir ülkenin çivisi çıkmış, ayda bir bomba patlar, her gün şehit asker haberleri gelir olmuş durumdayken; sıfır terör eylemi ile alınan ülke 14 yılda mevcut terör örgütü hortlatılmış ve 2 adet yeni terör örgütü daha pehdah edilmişken, ekonomi kriz içersinde, piyasalar tıkanmış, asgari ücrete yapılan zam bırakın enflasyon farkını ancak vergi farkını karşılayabiliyorken hükümetin derdi "Cumhurbaşkanlığı Sistemi" olmuş. Yatıyoruz "Yeni Anayasa" kalkıyoruz "Başkanlık Sistemi". Gerekçe ne? Gerekçe: Gücü bir yerde toplarsak çok güçlü olacağız. 

AKP cenahı "olayı kişiye indirgiyorsunuz" diye muhalefet edenleri suçlarken Bahçeli'nin (MHP'nin değil) verdiği destek ile işi referanduma götüreceklerinden ve referandumdan "evet" çıkacağından öyle eminler ki zafer çığlıklarına "Reisimizi başkan yapacağız" söylemleri karışmış durumda. Zaten, ülkedeki herkes de biliyor ki, yeni anayasa referandumda kabul edilirse, Tayyip Erdoğan başkan olacak, bu kesin.

Gelinen noktada, öyle ya da böyle, 1970'lerin kutuplaşmasına neden olan "Milliyetçi Cephe Hükümeti" fiilen kuruldu. Bahçeli'nin 7 Haziran 2015'ten itibaren söylemlerini ve tutumunu inceleyince; 1,5 senede yaşanan bazı olayların bir senaryodan, daha doğrusu planlı işletilen bir süreçten ibaret olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. 7 Haziran'dan itibaren yükselen terör eylemleri, yükselen milliyetçi tansiyon, 1 Kasım seçimlerinde MHP adına yaşanan hezimet, muhaliflerin ayaklanması, muhaliflerin mahkeme eliyle bertaraf edilmesi, "17-25 Erdoğan" dediği cumhurbaşkanı Erdoğan başkan olsun diye yapılan Anayasa Teklifi desteği... İnsan ister istemez; 7 Haziran gecesi sonuçların belli olduğu 22.00 ile Bahçeli'nin AK Parti'yi ve Erdoğan'ı kurulacak muhalefet koalisyonu ihtimali karşısında rahat bir nefes almasını sağlayan 01.30'da yaptığı konuşmaya kadar geçen sürede gizli telefon görüşmeleri yapıldığını düşünüyor. Gelinen noktada Bahçeli'nin beklentisi, parti içi muhalefeti tamamen susturabilmek adına, yeni anayasada yürütmenin başı olan cumhurbaşkanının yardımcılığı koltuğu gibi gözüküyor. 

Anayasanın nasıl tek adamlığı getirdiğini, içerik açısından nasıl hatalı olduğunu CHP milletvekilleri tek başına (malum HDP'yi "Seni başkan yaptırmayacağız" dedi diye içeri attılar) anlatmaya çalışıyor. Üstelik bunu, Erdoğan'dan sıyırıp güzelce yapıyorlar. Tabi bütün bu söylemleri gargaraya getiriliyor. Mesela, CNNTÜRK'ten önce yeni sistemin babası Burhan Kuzu çıkıyor ardından karşı savları için CHP Genel Bşk. Yrd. Bülent Tezcan herkesin uyuduğu saatlerde (23.30-01.00) görüşlerini açıklayabiliyor. 28 Aralık 2016 Tarafsız Bölge Programı. Bu yüzden, sahi neymiş bu anayasanın içeriği diyorsanız izlemenizde fayda var.

Ben ise, içerikten çok öngörüde bulunmak istiyorum bu yazıda. Dediğim gibi "Milliyetçi Cephe" öyle ya da böyle kuruldu. Bu cephede MHP'yi temsilen Bahçeli ve yakın çevresi var çünkü MHP'den şimdiden çatlak sesler yükselmeye başladı. Ve yine, günümüzün modası olarak bu vekil de "Kripto Fetöcü"lükle suçlandı. Belli ki lazım olan 17 vekil öyle ya da böyle, korkutularak MHP içinden çıkartılacak.

İş referanduma gittiğinde ise, propaganda tamamen Tayyip Erdoğan üzerinden dönecek ve "Başkan olsun mu olmasın mı" tartışmasına dönecek. Yeni anayasa kabul edildiği taktirde ise olacakları şöyle sıralayabilirim:

1. Referandumdan hangi sonuç çıkarsa çıksın 55-45'ten daha büyük bir makas olmayacaktır.

2. MHP fiilen ortadan kalkacaktır. Bunu sadece ben demiyorum, sistemin babası da diyor. Tıpkı ABD'de olduğu gibi, 2 partili seçim yarışlarına dönülecek -çünkü sistem bunu pratikte dayatıyor- ve MHP tabanı, ehven-i şer diyerek CHP yerine AKP tarafında saf tutacak. Bahçeli, MHP'yi temsilen bir yardımcılık koltuğu belki bir de bakanlık koltuğu alıp, söz verdiği gibi, tabanını AKP'ye ipotekleyecek. Ardında da sosyal medyada, Türkeş'in Bahçeli hakkında yazdığı söylenen, MHP'yi bitirmek için görevlendirilmiş birisi olduğu görselleri dolaşacak.

3. AKP 65-35lik sağ-sol oy dağılımına güvenerek, devlet yönetiminde istediği gibi at koşturacak. İlk maddeden itibaren başlayan toplumsal kutuplaşma, sokak tacizlerine, devlet eliyle gösteri yaptırmamaya, isyanlara vs. dönüşecek (70'lere hoşgeldiniz)

4. HDP kapatılacak ve benzeri bir parti kurulmasına izin verilmeyecek. Belki o dönemde, bütün süreç tamamlandığı için ve "işte görüyorsunuz demokratik anayasa" denilerek gaz almak için, HDP siyasilerinin cezaları kaldırılacak. HDP'nin sağ oyları AKP'ye sol oyları da mecburen CHP'ye kayacak. 

5. CHP, 90'lardaki SHP'nin yaptığı gibi, HDP siyasetçilerine koltuk verecek. Bu sefer de AKP tarafından terör örgütüne destek vermekle suçlanacak. (4. ve 5. adımlarda, HDPli siyasetçiler salıverilmeden, CHP onların da temsil hakkı olması için aday gösterebilir)

6. CHP kapatılacak.

7. İlk maddeden başlayarak oluşan toplumsal kutuplaşma CHP'nin kapatılması ile ayyuka çıkacak ve 14 yıldır istediği gibi yönettikleri ülkede 2 yeni terör örgütü daha peydahlayan AKP pardon Erdoğan, önüne geçemeyeceği yeni terör olaylarını da bahane ederek parti kurulmasını yasaklayacak -ki yapamaz diye bir şey yok, Bülent Tezcan için verdiğim linki izleyin- (Tek Parti, Tek Adam, Yüce Reis, Parti Devleti

Dipnot: Erdoğan'ın "Ayakbağı" olarak nitelendirdiği, varlığını tartışmaya açtığı, yeni sistemle de tamamen (Cumhur)Başkan'ın emrine verilen Anayasa Mahkemeleri, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Hitler gibi psikopatlar çıkmasın, eğer bir iktidar gücü elinde bulunduruyorsa kafasına göre iş yapmasın diye denetleme mekanizması olarak kurulmuştur.

Yukarıda belirttiğim adımlar tek tek hayata geçirilecek. Bu aşamaya gelene kadar CHP kapı kapı dolaşıp, kapalı kulaklara girmek, bütün engellemelere rağmen sistemin bozukluğunu anlatmak zorunda. Ancak ne yaparsa yapsın, 45'in üstünde "Hayır" toplaması mümkün değil. Geri kalan %6'lık oy, "vatan bölünmez" sloganlarıyla gezen milliyetçilere kalıyor. 

Öyle ya da böyle, bu referandum yapılırsa, ülke kesin olarak, sokakta fiilen bölünecek. Referandumdan geçerse, yukarıdaki gibi, geçmezse ise şöyle basit bir senaryo bekliyorum: Geçene kadar tekrar. Tıpkı, 7 Haziran- 1 Kasım aralığından yaşananların aynısını yaşayacağız (hoş, yaşamaya da devam ediyoruz ya, neyse) Millet uyanır da "yeter kardeşim şımarık çocuk gibi istediğin olmayınca ağlayarak elde etmeye çalışıyorsun" deyip AKP'ye cezayı keser mi? Kestiremiyorum. 

Referanduma gitmemesi için, başta yıllardır emek verdikleri ideolojilerinin ve partilerinin başka bir ideolojinin/partinin ipoteğinde olmasına ve partilerinin kapatılmasına gönlü razı gelmeyen MHPliler ve hala kenarda köşede kalmış, aklı selim, feraset sahibi AKPlilerin milletvekillerine baskı yapmarı gerekiyor. Meclisten referandum çoğunluğu sağlanamazsa, Tayyip Erdoğan, tıpkı ABD'nin Irak Tezkeresi'ni geçiremeyen Abdullah Gül'ü satması gibi, Bahçeli'yi dakikasında satacaktır. O saatten sonra da MHP muhalifleri için gün ışığı doğar. Eğer, vekillerin "evet" oyu, sadece MHP'nin ihtiyacı kadar fire verirse, AKP mevcut vekilleri blok tutup, fire vermediklerini iddia ederek, çözülmemeye çalışacaklardır. Ancak çıkan sayıdan fire olduğu kesinleşirse, By-Lock kullandığı söylenen bakanlar, Kripto Fetöcü AKP vekilleri söylemleri ortalığa saçılacak ve çözülme başlayacaktır. Zaten kulislere yakın olanlar da böyle bir firenin gözükmesi durumunda Erdoğan'ın tasarıyı meclise göndertmeyeceğini söylüyorlar. 

Özetle, Erdoğan özelinde AKP, "daha güçlü olacağız" masalıyla hamlesini yaptı. Demokrasiye inananlar ile tek adamcılar arasındaki bu oyunda, karşı hamlelerle hatların arkasına sarkılması gerekiyor. ŞAHına güvenmesem de VEZİR(ler)i ve FİLleriyle CHP şimdilik güzel direniyor ancak milliyetçilerin de beyazların safında ATlara binmeleri gerekiyor. MHPli milletvekillerinin de mecliste KALE gibi sağlam durmaları ve iş sokak sokak gezmeye gelince PİYONlara düşüyor. Demokrasinin ve devletin devamı için, bu tahtanın üstünde ya BEYAZlardan olacağız ya SİYAHlardan. 15 Temmuz'dan sonra BEYAZların kazanması için kaçırdığımız oyun bir kez daha geldi karşımıza. Ve bu son kez olacak.


27 Kasım 2016 Pazar

İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı



19 Eylül 2016 tarihinde TÜİK'in yayınladığı Haziran 2016 İşsizlik Raporu'na göre, Türkiye'de işsizlik oranı %10,2 seviyesinde. Uzmanlar, 2016 yazında gerçekleşen Turizm Krizi'nden sonra bu oranın daha da yükseleceğini öngörüyor.

Türkiye'nin bitmeyen dertlerinden bir tanesi, işsizlik. Ben çocuktum, enflasyon canavarı ve işsizlik oranları vardı. Artık ülkeye katkı sağlayacak bir birey oldum, hala enflasyondan ve işsizlikten yakamızı kurtaramadık. Sanırım benim çocuklarım da aynı haberlerle büyüyecekler bu ülkede.

2001 Ekonomik Krizi'nde 11 yaşındaydım ve neler olduğunu bir gün sonra okul servisinde arkadaşımdan öğrendim. Doların bir günde iki katına çıktığını, bütün bunlara da Cumhurbaşkanı'nın Başbakan'a Anayasa Kitabı fırlatması yüzünden olduğunu söylediğinde, bu kadar saçma bir şeyi o yaşıma kadar duymadığımı düşünmüşüm. Aslına bakarsanız, kitap fırlatılmasıyla ekonomik krizin çıkıp, bütün ülkenin bir gecede fakirleşmesini hala toplum olarak aklımız almıyor.

İşte o yılların hikayesi İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı. İş bulma sürecinde askerlik önüne engel olmasın diye İTÜ Meteoroloji Mühendisliği'ni bitirip hemen askere giden ve döndüğü gün Anayasa Kitapçığı Krizi ile uyanan bir Türkiye'de iş arayan, yeni mezun, müzmin bir işsizin hikayesi.




Ekonomik krizde iş arayan yeni mezunun trajikomik hikayesi... Çok basit bir özet gibi karşımıza çıksa da, yukarıda bilgisi verilen %10,2'nin içindeki yığınlarla konuştuğunuzda oyundaki hikayeler hakkında sayısız spoiler yersiniz. Bu yığın tarafından her gün yaşanan depresyon hali, utanç, delilik ile aklı selim arasındaki gidip gelmeler... Teğet geçtiği söylenen ve/veya son günlerde 3,5'leri gören dolardan sonra adı konulmamış krizlerde iş arayan; atanamayan öğretmenler, yeni mezunlar, "Fıtrat" denilerek cinayete kurban giden işçiler, her an kapının önüne konulma korkusu yaşayarak çalışan asgari ücretliler. Bu insanların hayat hikayelerinin damıtılmış hali aslında İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı. Nereden mi biliyorum? Tecrübeyle sabit. 2001 krizinden örnekler verse de hala güncelliğini koruyan bir eser yani. Telefon şirketlerinin "Arandıkça Kazan" kampanyalarının hatırlatılması ise yüzünüzde tatlı bir nostaljik tebessüm oluşturuyor.

Oyundaki performanslara bakacak olursak, tek oyuncu, Berkay Tulumbacı'nın şahane oyunculuğu ile karşı karşıya kalıyoruz. Tek kişilik gösteri tadındaki bu oyunda yaklaşık 7-8 karakteri canladıran, üstelik bunlar arasındaki geçişleri şahane gerçekleştiren, 91 doğumlu oyuncunun 1 saat 40 dakikalık performansı tek kelimeyle dört dörtlük. Duygusal sahneleri de esprileri de o kadar tadında oynuyor ki, performansı boyunca terleyen gömleği, size emeğin kutsallığını hatırlatıyor. Tek kişilik bir oyunda performansLAR dememin sebebi ise, ışıkçısından sesçisine kadar oyun ekibinin de oyunu yüceltmek için çok iyi görev dağılımı yaptığını söylemek. Oyuncunun, seyirciyle diyaloga girdiği sahneler kurgu mu yoksa doğaçlama mı, bunu oyuna tekrar gittiğimde öğrenebilirim. Bu oyun, tıpkı İstanbul Devlet Tiyatroları'nın bir diğer oyunu olan Profesyonel gibi, tekrar tekrar izlenmeyi hakediyor.




Devlet Tiyatroları'nda oyun biletleri 13 gün öncesinden satışa çıkıyor. Yani, yapmanız gereken, aralık ayının oyun programına bakıp almaya karar verdiğiniz oyuun tarihinden 13 gün önce saat 10.10'da siteye giriş yapmanız. Çünkü, 1-2 kişilik yer bulabilmeniz olası olsa da, 4-5 kişilik bir arkadaş grubuyla gitmeniz için yer bulmak hayli sıkıntılı. En pahalısı 10 TL olan biletlerden alabilmek için, elinizi çabuk tutmanız gerekli. 

Özetle, İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı, özellikle iş arayan üniversite mezunlarının ve ailelerinin gitmesi gereken bir oyun. Yaşadıkları süreçte yalnız olmadıklarını, aslında hemen herkesin benzer şeyler yaşadığını görmeleri adına antidepresan niteliğinde. Oyuna gitmek için illa ki işsiz olmanıza gerek yok. Keyifli ve kaliteli bir akşam geçirmek için kesinlikle tercih edebilirsiniz. Eğer işverenseniz, belki de o mülakatlarda yadırgadığınız karşınızdaki gencin garip hareketlerinin sebeplerini öğrenebilirsiniz.

İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı
Senaryo: Ali Cüneyd Kılıçoğlu
Yönetmen: Elif Erdal
Oyuncu: Berkay Tulumbacı
link: http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-istanbul-detay-ikinci-dereceden-issizlik-yanigi.html

Erken Kaybedenler - Emrah Serbes



Her Temas İz Bırakır: Behzat Ç - Bir Ankara Polisiyesi'nin yazarı Emrah Serbes'ten, hap niyetine okunacak eğlenceli bir kitap. 2016 Tüyap Kitap Fuarı'nda Emrah Serbes'in imza sırasında başladım kitaba. Zaten %80'i de aynı gün bitti. Birbirinden sevimli 8 hikayeden oluşan kitap, yine birbirinden sevimli 8 veletin kaleminden anlatılıyor. Üst kuşakların çocukluğundaki güzel anıları hatırlaması için adres nasıl ki Sunay Akın'ın Oyuncak Müzesi ise, bizim 90'lar kuşağının adresi ise bu kitap diyebilirim. Belki de, bütün herkesin çocukluğu benzer geçiyordur, kim bilir?

Emrah Serbes, 8 tane ergen erkek çocuğun ağzından yazdığı hikayelerde, size "ulan böyle bir şey vardı" dedirtecek kadar çok tespit var. Benim en çok güldüğüm ise, mahalle tüpçülerinin yıllar içinde sattıkları tüplere benzemesi. Kitaptaki uzun cümleler, bir daha okumanıza gerek kalmayacak kadar temiz bir edebi dille yazılmış. Uykusuz ya da Penguen'de, Fırat Budacı'nın "Kendimi durduracak değilim" ya da Umut Sarıkaya'nın "Benim de söyleyeceklerim var" tarzı yazıları seviyorsanız kesinlikle beğeneceğiniz hikayeler. Tembellik yapmak istediğiniz bir haftasonu, zamanınızı daha kaliteli geçirmek isterseniz, 2-3 saatinizi ayırarak bu kitabı okuyun.

Erken Kaybedenler - Emrah Serbes (2009)
12. Baskı (2012)
İletişim Yayınları

Şeytanı Uyandırma - John Verdon



10 yıl önce işlenmiş seri cinayetler, mesleğe atılma heyecanını taşıyan gazeteci bir genç kız tarafından tekrar gün yüzüne çıkıyor. Genç kızın evinde yaşanan garip olaylar, seri cinayetlerin ardında kalan "Cinayet Yetimleri" ve ünlü dedektifimiz Dave Gurney'in olaya dahil olmasıyla birlikte tekrar başlayan cinayetler... Bazen bir merdiven altında bazen bir kabusun uykudan uyandıran anında duyulan fısıltı: Şeytanı uyandırma!

Aklından Bir Sayı Tut ile başlayan serüven devam etmekte. Serinin birinci kitabında detaylı olarak verilen karakter analizleri ikinci kitapta (Gözlerini Sımısıkı Kapat) kabul edilebilir ölçülerde kalınca serinin devam edeceği kaçınılmazdı. Gözlerini Sımsıkı Kapat'ın yazısını yazamasam da, cinayet kurgusu açısından oldukça sıradışı olduğunu söylemekte fayda var. Şeytanı Uyandırma'ya geldiğimizde ise, kitaplar her ne kadar birbirinden bağımsız devam etse de, Gurney'in, hatta karısı Madeleine'in hatta ve hatta dedektif Gurney'in gizli ortağı Hardwick'in karakterlerini bilmek için seriyi baştan okumanızı tavsiye ederim. Ayrıca, Gurney'in cinayeti soruşturmaya karar verene kadar içinde bulunduğu Behzat Ç. vari depresyon halinin ve geçirdiği kazanın nedenleri de ikinci kitap olan Gözlerini Sımsıkı Kapat'da.  

Kusursuz kurgulanmış bir seri cinayet vakası 10 yıl sonra Kim Corazon'un bitirme tezine fikir verir. Gurney'in "sadece şöyle bir bakmak" için araştırdığı konunun, derinleştikçe içinden çıkılması güç bir seri cinayet vakası olduğu ortaya çıkar. Kusursuz işlenen cinayetlerin nedenini öğrenebilmek için eldeki kanıtlar ise sadece varsayımlar ortaya atmaya yetebiliyor. İşte böyle içinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıya olan Gurney'in soğukkanlılığı ve olaylara yaklaşımı sizi kitaba bağlıyor. Ve yine, John Verdon'ın sizi bir polisiye filmdeymişçesine kitaba bağlayan dili, kitabı elinizden düşürmenize olanak tanımıyor.

Aklından Bir Sayı Tut'ta tahmin ettiğim katillerin hiçbiri, tabi karakterlere olan yabancılıktan dolayı, tutmamıştı. Gözlerini Sımsıkı Kapat'ta kurgu o kadar etkileyiciydi ki, son sahneye kadar katilin kim olabileceğine dair en ufak bir öngörüde bile bulunamadım. Şeytanı Uyandırma'da ise -Gurney'in önümü açmasıyla- cinayetlerin nedenini yaklaşık olarak tahmin etmeme rağmen katili tahmin etmekte yanıldığımı itiraf etmeliyim. Yine de kitaplardaki bütün süreci, Gurney'in bildiği kadarıyla biliyorsunuz. Yani, Gurney size bir zanlı vermeden, bir zanlı yaratmanız çok mümkün değil.

Aklından Bir Sayı Tut ile tanıştığımız, sıra dışı cinayetleri romanlarında kurgulayan ve size polisiye bir film izliyormuş hissi uyandıran Jonh Verdon, "filmi çekilesi kitaplar" listenize bu kitabı da eklemenize neden olacak kadar iyi bir eser bırakmış. Kitapların performans sıralamasını yaparsak eğer, Gözlerini Sımsıkı Kapat, cinayet kurgusu sayesinde kesinlikle ilk sırada gelir. Sıradışı tarzı ile tanışma ve gerçekten etkileyici polisi yanıltma yöntemleri açısından Aklından Bir Sayı Tut'u ise ikinci sıraya yerleştiririm. Şeytanı Uyandırma ise, ipuçlarını bulmak için barındırdığı zekice bağlantılar olmasına rağmen, belki de devam filmlerinde olduğu gibi beklenti çıtasını yukarıya taşımaktan olsa gerek, beklentilerimin altında kalarak listenin üçüncü sırasında yer alır. Ticari kaygıyla yapılan devam filmleri gibi roman yazılacağını tahmin etmiyorum. Çıtanın yükselmesi sebebiyle beklentileri karşılayamamış bir kitap mı yoksa devam kitaplarında beklentiyi düşük tutup beğeniyi arttırmayı sağlamak amacıyla yapılmış bir edebiyat hilesi mi? Kitapları güncel takip etmediğimden dolayı, alınan tepkileri ve reaksiyonları bilemediğim için bu soruların cevabı benim için bir muamma. Yine de okuması keyifli, toplu taşıma kullandığınız zamanlarda bile okuyarak birkaç haftada bitireceğiniz zevkli bir kitap. Bakarsınız bu yazıdan sonra sizin beklentileriniz düşer ve benden daha fazla keyif alırsınız :)


Not: Kitabın ilk basımları uluslararası orjinal kapağıyla yayınlanmış. Ardından Koridor Yayıncılık tekrar "Beyaz Kapak"lı basımlara geçmiş. Bu bilgiyi 2016 Tüyap'ta Koridor Yayıncılık standından edindim, iyi bilgi :)

Şeytanı Uyandırma (Let the Devil Sleep) - John Verdon (2012)
Çeviri: Ender Nail
1. Baskı: 2012
Koridor Yayıncılık

23 Ekim 2016 Pazar

Polisin Eline Düşünce: SIFIR TOLERANS - İsmail Saymaz


Dost sohbetlerimizde konu, ne zaman ülkemizin adalet sistemine gelirse hep aynı örneği veririm: Umur Bugay'ın senaryosunu yazdığı (ki kendisi ülke sineması için çok değerlidir, onun için ayrı bir yazı yazmalıyım bir ara) Zeki Ökten'in yönettiği Kemal Sunal'ın oynadığı Davacı filmi. 1986 yapımı filmde adalet sistemine yöneltilen eleştiriler aradan 40 sene geçmesine rağmen hiçbir düzelme ibaresi göstermiyor. Ya da polis teşkilatının işine geldiğinde nasıl davrandığına dair bir örnek ise konu, Behzat Ç. dizisi tam da ilaç niteliğindedir. Eğer izlemek yerine okumak istiyorsanız, sisteme projeksiyon tutan kitaplar ise İsmail Saymaz'ın kaleminden çıkmakta. 


Kasım 2015'te ,İsmail Saymaz'ın da imza günü olduğunu duyunca, soluğu Tüyap'ta aldık Aselgız'la. Kendisini "mahallemizin abisi" tadında sevdiğimiz için de (belki de ülke mahallelere bölündüğü ve kendisiyle sahiden aynı mahallede olduğumuz içindir) kitaplarından merak ettiğimiz iki tanesini, Ali İsmail: Emri Kim Verdi? ile Polisin Eline Düşünce: Sıfır Tolerans kitaplarını aldık ve imzalattık.



Emri Kim Verdi'yi bitireli aslında çok uzun zaman oldu. Şubat ayının 15. gecesi "ulan uzun zamandır kitap okumadık" diye aldım elime ve 4 saatte bitti. Kitabın konusu ise; Gezi Olayları zamanı, orijininde Ali İsmail Korkmaz cinayeti olmak üzere polisin uyguladığı çeşitli ideolojik şiddet ve işkenceler ile devlet sisteminin başta adalet mekanizması olmak üzere olaylara yaklaşımı, şeklinde özetlenebilir. Kitabı okuduktan sonra aklımdan geçenleri sıcağı sıcağına yazsaydım, muhtemelen şu anda "fikir ve düşünce suçundan" ya da "fikir yoluyla hükümeti devirmeye yönelik eylemler" gibi saçma sapan suçlardan tutuklu yargılanıyor olurdum. Birkaç gün sonra yazarım demiştim ancak o günlerde polislerimizin terör saldırısıyla şehit olmasından dolayı vicdanım el vermedi polis teşkilatını eleştirecek bir yazı yazmaya. Ancak kitapla ilgili 1-2 teknik eleştiriyi buraya ekleyeyim ki belki yeni basımlarında düzeltilir. Kitabı okurken, verilen sokak, cadde ve dükkan isimlerini bilmeyince, telefondan Eskişehir haritası açmak zorunda kalmıştım. Belki yeni basımlarında, olayların geçtiği yerlerin basit krokileri kitaba eklenebilir, böylece okuyucular kitaptan uzaklaşmamış olur. 


Polisin Eline Düşünce: Sıfır Tolerans ise, işe giderken metrobüs ve metro yolculuklarımın yareni oldu. Aslına bakarsak, Emri Kim Verdi? kitabının abisi durumundaki kitabın içeriğinden mi yoksa metrobüsün havasından mıdır bilemem ama okurken mide bulantıları hissettiğim bir kitaptı. Kitabın içeriği, ehliyetsiz araç kullandığı için, sigara istediği için, parkta bira içtiği için, Kürt olduğu için ya da başka bir sebepten, keyfi olarak polis tarafından işkence gören, dayak yiyen, öldürülen insanların hikayelerinden oluşuyor. Canımızı ve malımızı emanet ettiğimiz polisin aldığı canlar için "hikaye" demek ise başka bir ironi aslında. Kitapta, bütün bu vakalar, hem polis tutanakları hem de adli soruşturmalar açısından incelenmiş; polis teşkilatının delilleri karartma, suçluyu koruma suçlarını nasıl alanen işlediği ve adalet sisteminin, konu polis olduğunda nasıl taraflı olduğu ayan beyan ortaya koyulmuş. Kitabı okurken, devletin düştüğü bu acziyet midenizi bulandırıyor işte. "Hikaye"ler ise, sanki her biri bir Behzat Ç. bölümüymüş gibi.



Normalde okuduğum kitaplarla ilgili spoiler vermeyi pek sevmem. Fakat bu kitapta ibretlik birkaç hadise var ki bunlara değinmeden geçemeyeceğim. İlk olay, polis tarafından sorguda öldürülen Festus Okey'in ilk duruşmasında, mahkeme heyetinin, Festus Okey'in gerçek kimlik bilgilerini istemesi üzerine kara mizah gibi ortaya çıkıyor. Nijerya'ya "Bizim polisin bir halt edip sorgudayken öldürdüğü, ülkemizde kaçak olarak bulunan, ülkeniz vatandaşı, arkadaşlarının Festus Okey dediği kişinin gerçek ismi nedir?" diye sormak için tam 2 yıl bekleniyor. Bir diğer olay ise, İçişleri Bakanlığı'nın tazminata itirazı. Özetle: "Maktülün 12 yaşındaki kız kardeşi küçüktür ve zaten abisini çok tanımamıştır. Bundan sonra da varlığı ile yokluğunu da hissetmeyecektir." denilerek sanki çokmuş gibi karar verilen tazminat miktarına itiraz ediliyor. Aslında mide spazmlarım bu satırları okurken yükselmişti.

Kitapla ilgili birkaç teknik tavsiye de vermek isterim. Polis Selahiyet ve Vazife Kanunu hakkında yapılan değişiklikler ve bu değişikliklerin doğurduğu sonuçlar kitabın temel konusu. Ancak, sayısal olarak verilen istatistiki bilgiler bir anda boca edilince, kitabın içine girmekte biraz zorlandım. Belki bu bilgiler, kitabın son sayfalarında bilgi olarak verilebilir. Dönem filmlerinde, en sonda verilen, dönem şartlarının getirdiği sonuçları anlatan bilgiler vardır ya, öylesi. Birbaşka tavsiyem ise, kitap basımı 2012 ve bazı davalar ise "devam ediyor" bilgisiyle verilmiş. Pek ihtimal vermiyorum ama 4 yılda sonuçlanan davalar olduysa, bu kitapta ve diğer kitaplarda, İsmail Saymaz zahmet edip sonuçları hakkında bir ek kitap çıkartmalı. Evet, kitabın asıl konusu davaların sonuçları değil, zaten sonuçlanan davalardan aşağı yukarı kararlarla ilgili tahmin yürütülebiliyor. Yine de devam eden davaların sonuçları merak uyandırıyor. Bir diğer naçizane önerim ise, emniyetteki FETÖ yapılanması. Kitapta konu edilen olayların büyük çoğunluğu İdris Naim Şahin'in İçişleri Bakanı olduğu zamanda geçiyor. Yine dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah'ın da önemli(!) açıklamaları var. Bu isimler, her ne kadar o zamanlar AKP tarafından canhıraş şekilde korunsalar da şimdilerde FETÖ bağlantıları ile anılmakta. Korunan emniyet güçlerinin, onları koruyan amir, savcı ve hakimlerin son zamanlardaki durumları da araştırılmaya değer doğrusu. Özellikle, KCK davaları ile FETÖ savcılarının bağlantısı ortadayken, Muğla Üniversitesi'ndeki olayları anlatan kısımın içyüzünü şahsen çok merak ediyorum.

Kitaptaki hikayeler, peşpeşe geldikçe, "yeter artık daha fazlası olmasın" dediğim anlar oldu. Ancak İsmail Saymaz, olayların sırasını öyle doğru yapmış ki, tıpkı Emri Kim Verdi? kitabında olduğu gibi, son sayfaya kadar okutmayı başarıyor. Kurgusal bir romanda bunu başarabilmek, hele hele bir cinayet romanı vs. ise, çok daha kolaydır ancak adli vakalardan oluşturulan bir kitapta bunu yapabilmek hakikaten başarıdır. Merak unsurlarını cevaplamadan, Muğla Üniversitesi kısmı, ardından İçişleri Bakanlığı'nın savunması bir roman havasında geçiyor. Son vakanın ardından ise, maktülün ailesiyle yapılan ropörtaj ise boğazımda düğüme, gözlerimde yaşa sebep oldu. Tıpkı Ali İsmail'in ailesiyle yaptığı ropörtaj gibi.

Özetle, her iki kitap da, polisin işlediği başta cinayet olmak üzere, işkence ve hakaret suçlarının, amirleri ve devlet organları tarafından nasıl hasıraltı edildiğini anlatmakta. Ve bu hasıraltı işlemlerinden yüz bulan polis teşkilatının gittikçe tarafsızlığını yitirmesi, bizleri Polis Devleti'ne doğru sürüklemekte. "Katil Devlet" diye isyan eden ve "Devlet Düşmanlığı" ile yaftalanan insanları anlamak için bu kitapları okumak gerek. Çünkü, iki sivil birbirini öldürdüğünde, katil müebbet alıyorken; sivilleri koruması için beline silah takan polis, sivilleri öldürünce ve bu devlet organları tarafından korununca, insanın isyan edip "Katil Devlet" diye bağırası geliyor.

Ali İsmail: Emri Kim Verdi? - İsmail Saymaz
İletişim Yayıncılık- 2015

Polisin Eline Düşünce: Sıfır Tolerans - İsmail Saymaz
İletişim Yayıncılık - 2012

20 Ekim 2016 Perşembe

Şahane Züğürtler

Malum tiyatro sezonu açıldı. Her ne kadar OHAL bahanesiyle tiyatroya ket vurulmaya çalışılsa da izlemeye değer oyunlar hala sahneleniyor. Devlet Tiyatroları'nda Profesyonel ya da Hamlet gibi muhakkak gidilmesi gereken, mevcut düzene rağmen ayakta kalan oyunlar var. İşte bu oyunlarda biri de Şahane Züğürtler.

Biletleri alırken oyunu çok detaylı incelemedim. Şehir Tiyatroları'nın sitesinde oyunun künyesine şöyle bir baktım, yönetmenin Haldun Dormen olduğunu görünce de gözüm kapalı aldım biletleri.

Oyunun konusu, Bolşevik İhtilali'nden sonra Rusya'dan Fransa'ya kaçan veliaht prenses ve onun komutan kocasının başından geçenler şeklinde özetlenebilir. Geri dönerken kullanılmak üzere 50 milyar frank değerindeki altınları bir Fransız bankasına kişisel hesabına yatıran komutan, parayı Fransız hükümetinden kaçırmaya çalışırken bir taraftan da eldekini avuçtakini satıp karısıyla beraber hayatta kalmaya çalışır. Asilzadeliklerinden ödün vermemeye çalışsalar da, bıçak kemiğe dayanınca zengin bir ailenin yanına uşak-hizmetçi çift olarak yerleşirler ve olaylar gelişir.

Oyunculuklara gelince, asilzade çifti oynayan Müge Akyamaç ve Can Başak ile zengin aile çiftini oynayan Süeda Çil ve Hakan Güner tecrübeleriyle oyunu götürüyorlar. Nispeten genç oyuncuların ise sadece büyüklerine ayak uydurması bile yeterli. 

Kağıthane/Sadabad Sahnesi'nde Aselgız'la gittiğimiz 4. oyundu ve salonun tasarımı sayesinde hiçbir oyunda ses problemi yaşamadık. Bu oyunda da ,salondaki yeriniz neresi olursa olsun, oyuncuların tecrübesiyle ses problemi yaşamıyorsunuz. Tek sıkıntı oyuncuların yüzlerini görmek olabilir ama çok da büyük problem değil zaten. Oyunla ilgili bir teknik detay ise çok hoşuma gitti. Prensesin gitar çaldığı sahnede playback yapıldığı halde, sesi, sahnenin pozisyonuna göre vermeleri harikulade idi.

Senaryoya tekrar gelecek olursak, asilzadelerin bulundukları ortamı kendilerine benzetmesi, sanki Rus değil de Türk'lermiş gibi izlenim yaratıyor. Ayrıca -sanıyorum çevirmenin eklediği- bazı Türk şakaları da oyuna hoş bir hava katıyor. Olayların karıştığı dakikalar ise tam bir kahkaha tufanı. 

Başta da dediğim gibi, oyunu rastgele aldım fakat ilk gösterimine (premier) denk gelmişiz. Oyunun sonundaki selamlamadan sonra ise Haldun Dormen sahneye davet edildi ve uzun süre aralıksız ayakta alkışlandı. Başkalarının yerine gurur duyulan bazı dakikalar vardır insanların hayatında. Bunlardan birini Lüküs Hayat'ta Zihni Göktay'ın sahneye girişiyle 5 dakika aralıksız alkış almasında yaşamıştım. Diğeri de, o gece, Haldun Dormen'in sahneye çıktığı anda hissettim. Yaptığı kısa konuşmada, 250'den fazla bu oyunu oynadığını, şimdi de yönetmenliğini yaptığını anlattı. Youtube'da Dormen Tiyatrosu'na ait Nevra Serezli ile başrolü paylaştığı oyunu bulabilirsiniz ama şahsi tavsiyem öncelikle bilet bulup oyunu canlı izlemenizdir.

Şahane Züğürtler- Orjinal Adı: Tovaritch
Yazan: Jacques Deval
Çeviren: Asude Zeybekoğlu
Yöneten: Haldun Dormen
link: http://ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=484

5 Ağustos 2016 Cuma

Kılıçdaroğlu Yenikapı'ya Gitmeli Mi Gitmemeli Mi?

Not: Bu yazıyı yazarken CHP MYK'sı Kılıçdaroğlu'nun Yenikapı Mitingi'ne gidip gitmemesini tartışmak içi toplandı.

OHAL kararlarıyla birlikte gördük ki AKP cenahı su durulduktan sonra gerçek demokrasiyi kurmak gibi bir kaygı taşımıyor. Bunu söylemlerinden ve yaptıklarından da çıkartabiliriz. İlk gün cumhurbaşkanı danışmanı "Böyle durumlarda, darbecilere karşı savaşması için halkın bireysel silahlanmasını arttırmalıyız" demeci verdi. Olayın sıcağı sıcağına yapılan talihsiz bir değerlendirme olarak gördük. Ardından Savunma Bakanı, "Asker darbe yapmış 30 Ağustos mu kutlanır" dedi. Halbuki yıllarca 30 Ağustos bu milletin bayramıdır, askerin bayramından çıkartalım bunu deyip duruyorlardı. Daha sonra başbakan "Biz henüz bu konuyu bakanlar kurulunda tartışmadık" dedi. (Bakalım Savunma Bakanı'nın kafasına göre açıklama yapmasının karşılığı olacak mı?). Asıl açıklamalar ise cumhurbaşkanından geldi, önce "Allah bizi affetsin, bunlara destek vermişiz" dedi, daha sonra "Allah ve milletim affetsin" diyerek eli arttırdı. Dün akşam TRT'de katıldığı programda ise "Bunlara cemaat diyorlar. Bunlar cemaat falan değil. Bunlara cemaat demek cemaatlere haksızlık olur" dedi. Asıl işaret fişeği budur ki, devletin yeniden yapılanmasında liyakatı esas alacaklarına dair tartışmalar sona erdi. Demek ki, boşalan kadroları AKP diğer cemaatlerle dolduracak. Hele hele bu cemaatler, mutlak itaatle hizmet ettikleri sürece sorun olmayacak ama baş çıkartırlarsa, Gülen Cemaat'inin kafası kopartmış bir hükümet onlara neler yapar farkındalar. Bunun adı, parti devletidir. 20 gündür yapılan bütün laik devlet, hukuk devleti, liyakat esası, parlementonun güçlendirilmesi çağrılarının hepsi taca çıktı. AKP daha doğrusu Tayyip Erdoğan kafasına göre iş yapacak yine.


Yenikapı Mitingi için CHP ve MHP'ye resmi davet gelmeden hemen önce yazmıştım bu flood'u. Kılıçdaroğlu, resmi davet gelmeden önce "ben de konuşma yapacağım" deseydi, ilk defa AKP seçmeniyle karşılaşma fırsatı yakalayacaktı, "Darbeci CHP" algısını yıkacaktı, "Allah'ım ve milletim affetsin" lafının kendi cenahından karşılığını vermiş olacaktı. Eğer bu isteği geri çevrilirse de Tayyip Erdoğan'ın demokrasi anlayışını dosta düşmana gösterme fırsatı ortaya çıkacaktı. Günlerdir beklediğimiz demokrasi çizgisinin çok dışında olduğunu, amacının darbeden fırsat çıkartmak olduğu ortaya çıkmış olacaktı. Ben bu düşüncelerimi yazdıktan yarım saat sonra, cumhurbaşkanlığı tarafından resmi davet geldi. Yani muhteşem bir satranç hamlesi.

Süreci çözümlersek, AKP kafasına göre iş yapıyor, bunları anlatan ama karşı durmaya yetecek gücü olmayan bir CHP var. MHP zaten bütün iradesini teslim etmiş durumda, ısrarla dışlanmasına rağmen HDP'den karşı duruşlar söz konusu ama seslerini duyurmaları mümkün değil. Kılıçdaroğlu'nun, Ak Saray'a gidip, HDP de bu odada bulunmalı çıkışı önemli ki CHP eğer "Herkes için CHP" diyorsa HDP'nin de haklarını savunmalı. Darbe süreci geçiştirildikten sonra HDP'nin izolasyonu tamamlanacak ve sıra onlara gelecek. CHP eğer HDP'nin dağılmasından bir oy potansiyeli bekliyorsa kendisine 1 gelirken rakibine 3 gideceğini görmeli. 

Kılıçdaroğlu'nun şimdiye kadar gitmemekteki çekincelerini şu yazıdan okuyabilirsiniz. OHAL kararlarının 3-4 kişi tarafından alınmasından, meclisin işlevsiz bırakılmasından ve Erdoğan'ın yurtdışında sarsılan demokratikliğinin muhalif liderlerle bir araya gelerek itibar sağlamaya çalışmasından dolayı rahatsızlığını dile getiriyor ancak bu çekincelerini milyonların takip edeceği bir mitingde dile getirmekten daha efektif bir yöntem olabilir mi? Kabul edelim ki, hitabet gücü zayıf, söyledikleri kendi mitinglerinde bile çoşku yaratmayan ama demokratikliğinden kimsenin kuşkusu olmayan bir genel başkan Kılıçdaroğlu. Doğal olarak da AKP seçmeni efsunlanmış bir güruh gibi kendisini ve partisini terörist olarak görüyor ve sular durulduktan sonra tekrar o noktaya geri itilecekler. Öyleyse mitinge gidip bütün bu hesapları boşa çıkaracak bir eylem ve söylemde bulunmak daha akılcı değil mi? 

Sürecin oldu-bitti ile başkanlık sistemine götürülmesinin yanlışlığını, bombalanmış bir meclisin daha da güçlendirilmesi gerektiğini, OHAL kararlarının meclisten çıkması gerektiğini hatta HDP'nin dışlanmasının bölünmeye götüreceğini söylemesi bütün iç ve dış kamuoyunun dikkatini kendisine çeker. Ait olmadığın bir yerde rol çalmak için eylemlerin ve söylemlerinle dikkat çekmen gerekir. Günün kazananı olmak lazım.

Şartlarınızı öne sürersiniz, "Ben geleceksem, parti teşkilatlarım da gelecek, bütün Türkiye bir olacaksak Dombıra varsa ben yokum" diye şartlarınızı öne sürebilirsiniz. Hatta ben olsam, bir sürpriz yapıp Demirtaş'ı da elinden tutar götürürüm. Eğer bu AKP'nin darbe karşıtı mitingiyse katılmaması normal olur ama bu cumhurbaşkanlığının mitingiyse herkese bu makamın tarafsızlığını dayatmak gerekir.

Umarım Kılıçdaroğlu, hiç değilse bu sefer satranç oynamayı becerir ve karşı hamle ile elini güçlendirir. Bu artık mitinglerin jübilesi ve cumhurbaşkanlığı tarafından düzenleniyor. O halde tarafsız olmalı, tarafsızlık düzenleyen tarafından sağlanmıyorsa bu ülkenin kurucu partisi CHP tarafından sağlanmalıdır. Süreç bizi birilerinin lütfuyla demokrasi ve laiklik çizgisine götürmeyeceğini göstermiştir bu yüzden CHP bir şeyler yapıp günün kazananı olmalıdır. 








3 Ağustos 2016 Çarşamba

Binali Yıldırım'ın Torunu

Başbakan Binali Yıldırım, darbe girişimi sonrası yaptığı basın toplantısında, torununun "Dede bunlar bizim askerlerimiz değil mi? Neden insanları öldürüyorlar?" diye sorduğunu gözleri dolarak, boğazı düğümlenerek söyledi. Tabi bir başbakanın, emrindeki askerlerin kendisine karşı darbe yapmasını, üstelik yaşama hakkını savunmakla yükümlü olduğu millete kurşun sıkmasını torununa anlatabilmesi çok da mümkün değil. Ne diyecekti 12 yaşındaki çocuğa? "Sorma evlat, kandırılmışız" mı diyecekti?


Çocuk dediğin sorar, sorarak büyür çünkü. Sordukça algısı, dünyaya bakış açısı gelişir. Biz güzel kardeşimize dedesinin adına cevap verelim.

Bak kardeşim, senin deden başbakan olalı hepi topu 3-4 ay oldu. Bu yüzden, bu işte başbakan olarak onun sorumluluğu belki de en az. Yalnız şöyle bir şey var. Senin deden başbakan olmadan önce 14 yıl Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı olarak çalıştı. 2 senesi de cumhurbaşkanına da danışman olarak geçti. 14 yıllık bakanlık kariyeri boyunca, bu askere çöreklenen örgütün üyelerinden 529 kişiyi bakanlık personeli yaptı. Mesela bakanlığına bağlı Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı adı altında kurulan birimi, dün sevgili cumhurbaşkanımız açıkladı, kapatma kararı aldılar çünkü bu birim yine bu terör örgütünün çöreklendiği yerlerden bir tanesi. Öyle 400-500 kişiyi işten çıkartarak çözemiyorlar işi, komple kapatıyorlar. Mesela bu birim ile ülkedeki herkesi dinlediler, fişlediler. Hatta bu birimle o zaman dedenin koltuğunda oturan cumhurbaşkanını falan da dinlemişler, Bilal Amca'n var ya, ona "paraları sıfırlayın" falan demiş. Aslında bütün kavga da buradan çıktı ya neyse.

Diyebilirsin ki, "Ne yani, yıllardır ülkeyi yöneten dedem ve arkadaşları, böyle bir örgüte devletin içinde çöreklenmesine izin mi vermiş?". Valla, aynen öyle olmuş kardeşim. Mesela, cumhurbaşkanımızı dinleyip kayıtları ortalığa saçtıklarında, cumhurbaşkanımız "ne istediniz de vermedik?" dedi. 

Tabi dedendir, canındır. Kondurmak istemiyorsun ve aklından "Yok canım, bu 529 kişinin tamamı da bu örgütten değildir, bir yanlışlık falan yapılıyordur." diye geçirebilirsin. Zaten biz de aynı şeyi söylüyoruz. Eğer bu 529 kişiden, toplamda da 66 bin 786 kişiden 1 kişi bile bu örgütten değilse haksızlık olur diyoruz. Eskiden hukuk devleti diye bir kavram vardı ve o 1 kişinin bile haksız yere görevden atılmamasını sağlardı. Üzgünüm ama deden ve arkadaşları bu bu kavramı da yerle yeksan ettiler. Şimdi sana İslam'ı anlatırlar, adalet kavramında bahsederler, kul hakkını tanımlarlar. Öyle ya, müslüman partinin başbakanının torunusun. Ama bil ki, bu örgütü de bu kadrolara "alnı secdeye deyen" insanlar diye getirdiler ve insanların suçsuz yere hapislerde çürümesini sağladılar. Sen yine "Bu İslam kötü bir şeymiş" deme. Aslında güzel bir şey ama malesef deden ve arkadaşları insanların İslam sevgisini kötüye kullandılar. Sen yine kulaktan duyma bilgilerle değil de kendin öğren neyin ne olduğunu, analiz yap, din adı altında adaletsizlik yapanlara göz yummayı kandırılmışlıkla affedilip affedilemeyeceğini düşün.

Büyüdükçe, dedene cevabını alamayacağın daha nice sorular soracaksın ama bugünlerde şunu sorabilirsin: "Dede, bu kadar insanın hepsi mi örgüt üyesi? Öyleyse neden bunlara devletin içinde görev verdiniz?" 

Gözlerinden öperim.


Meselenin Kaynağı Yurt Meselesidir

Her akşam bir tartışma programını izleyip onu paylaşmak adetim oldu. Bu sefer ise program 2009 yılından. Can Dündar'ın NTV'de çalıştığı dönemde yaptığı "Neden?" programının konuklarından bir tanesi Merdan Yanardağ. Kendisinin ismini yeni duydum ve bu da benim ayıbım. Ama 2009 yılında söyledikleriyle 7 yıl içinde yaşananların hepsini öngörmüş. Sadece Merdan Yanardağ'ın olduğu dakikaları da şu yorumu bularak izleyebilirsiniz.

Feto yalakası CIA ajanlarının konuştuğu palavra kısımları atlayıp merdan yanardağın açıkladığı gerçekleri izlemek istiyosanız: 27:10, 51:28, 1:30:00


İşin ilginç yanı, video 16 Temmuz 2014'te koyulmuş olmasına rağmen altındaki yorumların %80'i 15 Temmuz olayından sonra yapılmış. Yorumlarda ise cemaat eğilimi hariç hemen hemen her cenahın bolca küfürlü düşünceleri var. Buradan insanların benim gibi "yav şu Ergenekon süreci neymiş, ne konuşulmuş?" diyerek eskiye dönük programları arattığı düşünülebilir ancak henüz bu çıkarım için erken.

Videonun 1:17:00 anında reklamdan dönen Can Dündar izleyici görüşlerine yer veriyor. Bir tane yorumda, öğrencinin biri 4 aydır cemaat yurtlarında kaldığını, devletin doğru dürüst yurdu olmadığı için onun bunun yurdunda kaldıklarını belirtiyor. Yine Merdan Yanardağ bunun nedenini son bölümde anlatmış. Benim de dikkat çekmek istediğim aynı konu. Ülkedeki bu tarz örgütlenmelerin önüne geçilmek isteniyorsa, ayrık otları kökünden kurutulmalı, devletin acilen bu yurt sorununa el atması gerekmektedir. Çünkü taşradan şehre gelen öğrenciler "alnı secdeye değen" insanların yanına aileleri tarafından mecburiyetten yerleştiriliyor. Sonuç olarak da devletin denetiminden olmayan bu yurtlardan Ensar'a giderse çocuklar tecavüzle karşılaşıyor, Işık Evleri'ne katılırsa ise Cemaat militanı olarak yetişiyor. Tabi bunu PKK ya da DHKP-C gibi illegal sol örgütler için de söylemek mümkün. Bunlar sadece Iceberg'in görünen yüzü. Şimdilerde ise Menzil Oluşumundan bahsediliyor ve yıllar içinde yeni bela olarak bu örgütle yüzleşileceği belirtiliyor. Yine hükümetin "dindar" diye göz yumduğu nice oluşum  ve vakfın yurtları da bilinmekte ve hepsi de başarılı olmuş Cemaat Modeli üzerinden süreçlerini götürmekteler. OHAL kararlarının ardından devletten tasfiye edilen binlerce kamu personelinin yerine hükümetin liyakat esasına dayalı bir atama mı yoksa başka kadrolaşma yapıları içinde mi hareket edeceği tartışıklmakta. Ancak Yalçın Akdoğan katıldığı bir programda diğer cemaatlerin müsterih olmasını salık veriyor. Buradan da yeni kadrolaşmanın ne yönde olacağıyla ilgili  ipucları elde ediyoruz. Sonuç olarak, devletin çocuklarına sahip çıkamamasının acziyeti olarak göz yumduğu bu yurtlaşma organizasyonları yine devletin en büyük belası olacaktır. Çünkü belli bir oluşum içinden yetişen kimsenin, "bana bedava baktılar, yedirdiler, içirdiler. Benim onlara minnet borcum var." şeklinde devlet kadrolarında, yetiştirenlerin arzu ve isteklerini yerine getirmesi kaçınılmazdır. Bugün karşımıza FTÖ olarak çıkan bu yapı, yarın bugün X Oluşumu, Y Grubu olarak yine çıkacaktır. Devletin personeli liyakat esasına göre seçilmeli ve yalnızca devlete minnet duygusuyla yetiştirilmelidir.

28 Temmuz 2016 Perşembe

Aklıma Takılanlar

İfade Özgürlüğü
Malum 2 haftadır ülkenin gündemi, tabii olarak, darbe teşebbüsü ve cemaat yapılanması. Bütün televizyonlar yarış halinde "darbeye en çok ben karşı durdum" şeklinde (Burada itiraf edeyim ki ben Türkiye halkından ve medyasından böyle bir darbe karşıtı duruş beklemiyordum). Bütün programlarda işin uzmanları çıkıyor ve takip ettiğim kadarıyla herkesin hemfikir olduğu konu işin demokrasi çerçevesinde çözülmesi. Tabi televizyonlarda Ergenekon ve Balyoz sürecindeki durum devam ediyor. Yine bunlar öcü diyen insanlar çıkıyor ve biz o gösterdiklerinin öcü olduğuna inanıyoruz. Burada cemaati aklama çabasında değilim ancak sahte delilleri savunanları televizyonlarda izlerken aklımızdan geçen "ulan acaba mı?" sorusunun ortamı tekrar yaratılmış durumda. Hazır herkes demokrasiden dem vururken keşke -bu kadar olaya rağmen- cemaati savunabilen gazetecileri de hiç değilse numunelik olarak bir sandalyesi olsa o stüdyolarda. "Ne yani alanen terör propagandası yapmalarına izin mi verilsin?" demeyin çünkü terörist denilen askerlerin avukatlarını "terörist avukatı" olarak dinliyorduk o stüdyolarda. Hiç değilse, babası Menderes Darbesi mağduru kendisi 28 Şubat mağduru Nazlı Ilıcak'ın 3 senedir neden o tarafta yer aldığını ve şu an ne düşündüğünü bilmeliyiz. Terörist lafına gelince de sonuçta Terörist Başı'na "sayın" diyen insanın 14 yıldır yönettiği bir ülkede yaşıyoruz öyle değil mi? 
Not: Bu paragrafta anlatmak istediklerimi tam olarak anlayamayanlar için Emre Kongar'ın 17 Temmuz tarihli Terör, Darbe ve Norveçli Baba başlıklı yazısı biraz daha yardımcı olabilir.


Soru Sormak
Gazeteciler kendi aralarında mesleği tanımlarken "gazetecilik soru sorma sanatıdır" diye ahkam keserler. Gel gör ki bu tanıma uyan gazeteciyi memlekette ara ki bulasın. Mesela AK Partili bakan televizyonda "AK Parti seçimleri kaybetsin diye kapı kapı dolaştılar" diyebiliyor. Karşısındaki gazeteci "Size oy isterlerken iyi miydi?" diyemiyor. Sabahtan akşama kadar kanal kanal gezen bürokratlar/siyasiler varken ve "şöyle örgütlendiler böyle çeteleştiler şu şekilde yargılayacağız" derken bir tane gazeteci bile "Polisin gözü önünde erleri linç edenler/etmeye çalışanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Buna göz yuman polisler hakkında soruşturma başlatacak mısınız?" sorusunu sormuyor. 
Not: "Sen MİLLETE kurşun sıkan askeri mi savunuyorsun. Alayınız hümanist kesildiniz başımıza" diye düşünen ve okuduğunu anlamakta zorlanan arkadaşlar, demokratik-hukuk devletinde, polisin görevi, halkı, darbeci askerden; hatta ve hatta halkına kurşun sıkan darbeci askeri de halktan korumaktır. Hukuk'ta linç yoktur. Daha da ileri giderek halkı polisle askerin arasına tampon yapanların bile sorumluluğu incelenmelidir. Eğer sizin farklı bir hukuk anlayışınız varsa onu tartışalım.


Yandaş Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
Televizyonlarda, daha düne kadar "Aman efendim, hocaefendim" diyen, "sütte leke var AK Parti'de leke yok" anlayışıyla konuşanların bugün en çok "Cemaat, Fetö" diye bağırmalarının yarattığı mide bulantısı bir yana, 2-3 saatlik programlarda bu "canım hocaefendi hazretleri" söylemlerine atıfta bulunulurken rejinin, bu insanların suratlarına yakın çekim yapmaması bence halka karşı yapılan büyük bir saygısızlık. Hiç değilse görelim, utanıyorlar mı yoksa ar damalarları hepten çatlamış mı? Tabi bir de suratları kösele gibi olanlar var ki onların durumu daha da içler acısı. Malum bazı isimler daha da prim yaptı bu sıralar, mesela Hanefi Avcı. Cemaat yapılanmasını kitaplaştırdı diye içeri atılıp mağdur edilince şu anda sözü en itibar görenlerden. Öyle ki 21-22 arası bir kanalda 22.30-00.00 arası başka kanalda. Ya da adliye gazeteciliğini layıkıyla yapan İsmail Saymaz, bilgi ve belgelerle konuşunca, o da her akşam farklı kanalda programlara katılır oldu. Mesela diyor ki "İnfial yaratan bütün davaları Cemaat çuvalına atıp kurtulmak bizi Ergenekon-Balyoz sürecine götürür. Meclis komisyonundaki bilgilere göre, "Vur" emrini üstüne götüren 3 paşa bugün ordunun birinci, ikinci ve üçüncü adamı. Eğer Uludere bir Cemaat komplosuysa bu paşalar bugünkü ifadelerinde darbe karşıtı olduklarını belirtiyorlar." video link. Karşısında sürekli lafa karışan hoca ise Yaşar Hacısalihoğlu ki kendisi "süt-AK Parti" metaforunun önemli savunucularından. Kendisi cevap olarak işin içindeki Cemaat bağlantısına dikkat çekmek için Askeri İstihbarat Dairesi'nin ele geçirildiğini, bu kurumun başındaki kişinin Amerika'ya gidip yazdığı kitabı Gülen'e hediye ettiğinden bahsediyor (O kısmın linki yok malesef. Birkaç güne programın kaydı YouTube'a düşer oradan izleyebilirsiniz). Bir anlık South Park sessizliğinin ardından sanki havada "İyi ama bu ülkede 'Ne olur bu hasret sona ersin' söylemlerini, 'Geçmiş olsun' ziyareti için sıraya giren siyasi/bürokrat/iş insanı duyduk/gördük hoca. Bunlar için de şöyle esaslı bir lafın yok mu?" sorusu fısıldanıyor. Tabi moderatör olunca gazetecilik askıya alındığında bu soru sorulmuyor. Diğer konuklar da nezaketlerinden ve hocanın kösele suratını gördüklerinden belki de bu soruyu sormuyorlar. 


Emri Kim Verdi?
Hacısalihoğlu Hoca'nın videoda ısrarla vurgulamak istediği "Erdoğan vur emrini vermedi" meselesi var ki içler acısı. Böyle bir söylem herhangi bir tartışmada yok hükmündedir çünkü Erdoğan-Vur Emri ilişkilerinin hepsi taca çıkıyor. Dolmabahçe Mütabakatı'nda Erdoğan "Benim haberim yoktu" dedi Arınç "Nasıl haberi olmaz, her hafta rapor veriyoruz zaten" dedi. Daha sonra Arınç "O zat" oldu. Davullarla zurnalarla yollanan Mavi Marmara gemisi için daha bir ay evvel "Giderken bana mı sordunuz" diyen yine Erdoğan'dı. Kasım 2015'te düşürülen ve ikili ilişkilerin canına ot tıkayan Rus Uçağı krizi için de Erdoğan ve Davutoğlu "Emri biz verdik. Bi daha olsa bir daha yaparız" derken süreci normalleştirmek adına gizli gizli fısıldanan "Paralel yaptı" söylemi Mehmet Şimşek tarafından sesli dile getirildi. Ardından Davutoğlu "Angajman kurallarını değiştirmiştik. Dolaylı yoldan vur emrini biz verdik" minvalinde bir açıklama yaptı. Özetle Erdoğan'ın emri vermek ya da vermemek adına yaptığı açıklamaların herhangi bir geçerliliği yok çünkü yarın konjonktür değiştiğinde Erdoğan'ın fikrini değiştirmeyeceğinin de bir garantisi yok.
Not: Uçağı düşüren pilot için Şimşek "Darbe teşebbüsü gecesi uçuş yaptığını tespit ettik" demiş. Kasım'dan bu yana pilotun ifadesi alındı, hakkındaki dava sürüyor, "paralelci, paralelci" diye dedikodular ayyuka çıkmış, hala dava sonuçlanana kadar açığa almıyorsun da altına uçak veriyorsun. Sahi, 3 yıldır terörist dediğiniz adama emekli maaşı veriyordunuz değil mi?