26 Ocak 2019 Cumartesi

Reklamlar -1

Kişisel hobim olduğu için izlediğim reklamlarla ilgili olumlu ya da olumsuz düşüncelerimi paylaşacağım yazılar yazmaya karar verdim. 

Zen Pırlanta


Pırlanta firmalarının reklamları genelde deterjan reklamları gibi sade suya tirit reklamlar oluyor. Akılda kalıcılık açısından hiçbir farklılığı yok, görsellerde kullanılan ürünlerin markayla eşleşmesi gibi bir durum da söz konusu değil. (Hatta hatta bir tane firma Seda Sayan'ı reklam yüzü olarak kullanmış ki hepten facia.) Bunun yanında Zen Pırlanta "Zen'siz olmaz" sloganıyla akılda kalıcılığı yakalamış. Hatta reklamda güzel de bir beste yapmışlar ama reklam genel mesajıyla olmamış be abi. Evlilik yıldönümünde tektaş satın alabilen bir adam var karşında ama o da ne? Bir teşekkür bile etmeyip sanki düzenli olarak tektaş hediyesi almak için evlenmiş gibi davranan bir kadın. Baksanıza, adam kayboluyor, kadın yüzüğe şarkılar söylüyor, sanki yüzüğe aşık. Hatta "söylenmeyen sözler paraklığında kaybolur" derken "Benim kocam öküz. İki lafı bir araya getiremiyor, böyle yüzük alıyor' demiş oluyor. Pırlanta firmaları reklamla öne geçmek istiyorlarsa iki yol var önlerinde; ya  Nil Karaibrahimgil'in şarkısındaki gibi "Tektaşımı kendim aldım"dan yürüyerek kadınların feminist duygularına oynasınlar ya da genelde yüzükleri satın alan erkek tarafını markalarını tercih etmeye ikna edin. 


Peros


Deterjan reklamı demişken Saba Tümer'li Peros Reklamı'ndan bahsetmeden geçemeyeceğim. Deterjan reklamları için "sade suya tirit" tabiri şöyle ki: ünlülere verilen çuvalla para ama marka bilinirliği sıfır. Çağla Şikel'in 8 haftalık  tatil dönüşü çok da gerçekçi durmuyor bu yüzden. Bu piyasayı yıkıp geçen, doğal, sıradan insan başkahramanlı "cırt Ayşe Teyze"li reklamlar ACE'nin ismini nasıl da akıllara çaktı halbuki. İşte Peros bu "ünlülerle deterjan reklamı" klişesini tekrar yıkan reklamlar yaptı. (Ben de arada sırada deterjan reklamı yapsam diye düşünür bu klişenin üstüne yürüyecek fikirler geliştiririm ama Peros'un reklamı aklıma gelmemişti)  Televizyonda ilk izlediğimde kahkaha atmıştım, hala ne zaman izlesem gülerim. Özellikle hizmetçinin oyunculuğunun doğallığı da çok iyi olmuş. Keşke 3 kiloluk olan deterjan poşetinin gerçeğini kaldırsaydı da boş karton kaldırdığı bu kadar belli olmasaydı.
Firmanın televizyonda ratlamadığım, bu klişeye sağlı sollu giriştiği diğer reklamları da şöyle:




Lipton Ice-tea


Ülkemizde, benim hatırladığım, örnekleri pek olmasa da "rakibine gönderme yapan" ya da diğer bir deyişle "marka savaşları" reklamlar çok meşhurdur. Özellikle zeka ve espri çıkardığı için ortaya, ben ayrıca severim. Lipton Ice-tea ise bu tarzın en güzel örneğini vermiş. Coca-cola'nın Tarkan'lı ve zannediyorum uluslararası amaçla yaptığı reklama müthiş göndermeler yapmış. Cengiz Bozkurt'un sempatik oyunculuğu, Coca-Cola renklerindeki kostümü, "hani böyle" yaparken Tarkan'ın dansını taklit etmesi ve "ilk akla gelen, gazsız, KOLA'ya kaçmıyoruz" cümleleriyle mesaj net olarak verilmiş. Hala izlemediyseniz Coca-cola'nın reklamını aşağıya bırakıyorum. Daha önce yapılmış benzer örneklerden de altına iliştiriyorum.



Pepsi ile Coca-Cola'nın arasındaki rekabete dayanan iki reklam

Blackberry'nin Apple'a göndermesi ve aldığı cevap

Mc Donald's reklamı gibi Burger King reklamı

Mercedes'in tavuk reklamına Jaguar'ın cevabı

Bu konuda yapılan en iyi çalışmalardan...

Çiçero: İlyas Bazna


"Bana göre savaşın kazananı yoktur"

Dikkat (Attention, Achtung) !! Bu yazı filmi izlemediyseniz spoiler içerebilir. Yani bir diğer deyişle film zevkinize limon sıkabilir. 

2 Dünya Savaşı yıllarında İngiltere Büyükelçiliği'nde çalışan İlyas Bazna'nın Almanlar'a gizli belgeleri satması tarihimizdeki en entresan hikayelerden bir tanesi. Hollywood sinemasında bu dönem filmleri önemli yer tutarken savaşa girmediğimiz için (savaşa girmememizi sağlayarak belki de yeni kurulan cumhuriyetin varlığını devam ettiren İsmet İnönü'ye tekrar rahmet dileyelim) bizim tarihimizde biraz boş geçen bir dönem aslında. İşte hikayesi olmayan savaşın en fantastik hikayesidir İlyas Bazna bu topraklar için. Ve bir de hakkında bilinmeyenler... Kimilerine göre, cumhuriyet ile birlikte yeniden şekillendirilen Teşkilat-ı Mahsusa'nın bir ajanı, kimilerine göre ise para ve macerasever sıradan bir uşak. Hakkındaki teoriler o kadar geniş ki, bizzat anılarını kaleme aldığı kitapta bilgileri para için sattığını, Almanlar'dan aldığı paraların da sahte çıktığını söylese de bu bilginin bile ajanlığını gizlemek için ortaya atıldığını savunanlar var. Ya da kitabın yazarının gerçek Çiçero olmadığını savunanlar. İşte tarihimizin en gizemli kahramanlarından biri olan İlyas Bazna'nın yani nam-ı diğer Çiçero'nun hikayesi de Dijital Yapım Evi tarafından film yapıldı.

"Ayla ve Müslüm'ün yapımcılarından Çiçero" sloganıyla tanıtımları yapılan film yaşanmış hikayeleri kurgulamak konusunda çok başarılı. Bu topraklarda -sırf cumhuriyet döneminde bile- filmi yapılası nice hikaye var ve Mustafa Uslu'nun sahibi olduğu Dijital Yapım Evi bu hikayeleri çok başarılı bir şekilde ortaya çıkarıyor. Ayla ve Müslüm ile rüştünü ispatlayan yapımevi artık referans noktası olarak bu iki filmi göstererek yol alacağa benziyor. Önümüzdeki ay vizyona girecek olan "Türkish-i Ice-Cream" filmiyle de Birinci Dünya Savaşı sırasında Avustralya'da yaşayan iki Türk'ün, Avusturalya'nın İngiltere'den dolaylı olarak itilaf devletleri tarafında Osmanlı'ya savaş açmasıyla, başından geçen olayları ele alıyor. Filmin konusu için Sunay Akın'ın Youtube'daki Küp isimli kanalında yayınladığı şu videoyu izleyebilirsiniz. Yılmaz Özdil'in ise aynı hikayeyi farklı kaynaklardan farklı aktardığı şu yazıyı da inceleyebilirsiniz. İşte Mustafa Uslu önderliğinde Dijital Yapım Evi, hakkında böyle farklı görüşler olan hikayeleri senaryolaştırarak beyaz perdeye aktarıyor ve bu işte de gayet başarılılar. Biz tekrar dönelim yazımızın konusu Çiçero filmine.



Sonda söyleyeceğimi başta söyeyeyim; film biraz aceleye gelmiş gibi. "Ayla ve Müslüm'ün yapımcıları" diye tanıtımı yapılınca ve başrolde Erdal Beşikçioğlu, yönetmen koltuğunda da Serdar Akar olunca ister istemez bir beklenti oluşuyor. Filmin beklentiyi karşılamakta vasat kaldığını söylemek gerek. Sanki "Para kazanmışken filmi yapalım da gerekirse seriye bağlar öncesini sonrasını anlatırız" denmiş gibi bir olmamışlık var filmde. Ne kadar zamanda hazırlanılıp çekildi bilemiyorum ama "2017 Ayla, 2018 Müslüm, 2019'u da Çiçero'ya ayıralım" şeklinde yaklaşmış olsalardı daha etkileyici bir film ortaya çıkabilirdi. Filmin yayınlanın 3 fragmanını youtubedan izleyince devam filmlerini geleceğini ya da extended dvd versiyonunun olacağını zannettim. Çünkü filmde olmayan sahneler fragmanlarda vardı. Ardından ise film için hazırlanan vikipedia sayfasında ise (evet kapalı ve 0 "sıfır" yöntemiyle giriyorum) oyuncu kadrosunun, senaryonun, hikayenin revizyon geçirdiğini fark ettim. Yapılmak için yola çıkılanla yapılan arasında hakikaten büyük farklar var. Yapımak istenen 2019 Çiçero olup uluslararası bir film yapmak iken yapılan "akıyorken dolduralım" denilerek iç piyasaya Çiçero olmuş. O kadar iç piyasa ki, Erdal Beşikçioğlu'nu pavyona gönderip rakı fondipleterek Behzat Ç. göndermesini yapmışlar.

Her ne kadar ülkemizde kapalı olsa da yapımcılar fark edip değiştirmeden ekran görüntüsü
Filmde o kadar rahatsız edici durumlar vardı ki bahsetmeden geçemeyeceğim. İlyas Bazna'nın İngiliz Büyükelçi tarafından keşfedilme hikayesi nasıldır bilemiyorum. Yugoslavya Büyükelçiliği'nde personel olan Bazna (Erdal Beşikçioğlu) sahneye ilk olarak arya söylerken çıkıyor. Bunun yanında ağzını açmadan arya söyleyen bir Erdal Beşikçioğlu ile karşılaşıyoruz. Üstelik şarkıyı ezberlemediği için yapılan playbackte sözler ve dudak hareketleri birbirine oturmuyor. Zaten filmde bütün olarak bir dil problemiyle karşı karşıyayız. Mesela Alman ataşe aksanlı bir Türkçe ile konuşurken, Alman Büyükelçi ve İngilizler İstanbul Türkçesiyle konuşuyorlar. Kendi aralarında, kendi dillerinde konuştuklarında ise Türkçe konuşan oyuncular kendi kendilerini İngilizce ve Almanca dublajlamışlar. Haliyle filmde iğreti duran bir durum ortaya çıkmış. Keşke cast seçimini yabancılardan yapsalardı. Ya da bir başka gariplik Bazna'nın İngiliz Büyükelçiliği'nde işe başlamasıyla ortaya çıkıyor. İkinci Dünya Savaşı'nda ortalık ajan kaynarken, bilgi sızmaları, istihbarat savaşları, personel izlemeleri ile geçerken Bazna basit bir soruşturmayla işe başlayıp koskoca İngiltere Büyükelçiliği'ne elini kolunu sallayarak girip çıkıyor. 

Filmde hiç mi iyi bir şey yok? Tabi ki var.  Mesela anlayamadığınız herhangi bir sahne daha sonradan filmin içinde gayet açıklayıcı bir şekilde işleniyor. Erdal Beşikçioğlu'nun arya sahneleri dışında oyunculuğu çok iyi. Filmin ana hikayesi Bazna olsa da T4 projesi üzerinden down sendromu, otizm, sakat doğum gibi farklılıkları anlatan hikaye de gayet başarılı. Müzikler Fahir Atakoğlu mu Onur Özmen mi bilemiyorum ama çok başarılı (Filmi izledikten sonra Yılmaz Özdil'in Mustafa Kemal kitabından öğrendiğim ama ekşi sözlükte de olan şu hikaye hoşunuza gidecektir) Araba sahneleri ve aksiyon-dövüş sahneleri de Türkiye standardının üzerinde ve kararında. Kadın başrol Burcu Biricik de gayet etkileyici. 

Özetle Çiçero filmi garp kafasıyla yola çıkılıp şark kafasıyla sonlandırılmış bir yapım. Dijital Yapım Evi için yelkenleri dolduran rüzgar boşa harcanmış gibi. Türkiye'de yapılan benzer uyarlamalardan kült olabilenler varken (mesela Son Osmanlı Yandım Ali) o seviyeye çıkamayıp ortalamada kalmış bir iş olmuş. Turkish-i Ice-Cream filminin fragmanına "Ayla ve Müslüm'ün yapımcısından" ibaresi koymamışlardı. Bakalım film vizyona girdiğinde afişine yazacaklar mı? Fakat Çiçero afişte referans olmayabilir. (Sömestr tatili başlarken ve boykottan dolayı karşısında rakip de yokken gişede çuvallaması ise açıklanabilir bir durum değil. Sanırım izleyici de boykot yapanları haklı bulup sinema salonlarını boykot ediyor)  Erdal Beşikçioğlu'nun, Serdar Akar'ın ve müziklerin hatrına puanım 5,5'tan 6/10 olur. 

Not: Yazıyı yazdıktan sonra şöyle bir güzel eleştiri yazısı buldum. Onu da buraya bırakıyorum: https://www.haberturk.com/yazarlar/mehmet-acar/2295130-cicero-casusluk-ve-melodram-hikayesi

14 Ocak 2019 Pazartesi

Bold Pilot Geliy...Geldi...


"Şampiyon olmak demek, 
bir gün kaybedeceğini bildiğin halde koşmaya devam etmek demek"


90larda çocuk olmak müthiş bir nostalji. "Şimdiki nesil bu ikisi arasındaki ilişkiyi asla anlayamayacak" kırmızı bantıyla verilen kaset-kalem resmi, tasolar, sporcu kartları daha neler neler... Ama en güzeli 90larda genç olmaktı galiba. Yani 80 doğumlular. Çünkü 90 doğumlu olmama rağmen birçok nostaljik anı bende parça pinçik. Halbuki 80liler, yani bizzat -şimdiki tabiriyle- trendleri belirleyenler o yıllara dair daha berrak anılarla yaşıyorlar. Oyunlar, oyuncaklar, hatıralar bir yana bir de takip edebildikleri var. Dream Team'i, efsane Bulls'u, Michael Jordan için sabahlamaları, Hollanda zaferi, Almanya zaferi, Galatasaray'ın Avrupa öyküsü... Bunların arasında bir de biraz daha şanslı olanlar var ki onlar da Bold Pilot'ı takip edebilenler...

Babamın en sevdiği hayvan at olmasına rağmen biz hep uzak büyüdük at yarışlarından. Şans oyunları, milli piyango, bahisler, at yarışları... İçinde kumarı barındıran herhangi bir şey çok uzaktı ona. Hatta hatırlıyorum, haftalarca devreden sayısal loto çekilişine biz de kupon yapalım dedik ailecek. Numara bile söylemezdi. Yılbaşı akşamları tombalaya bile validenin zoruyla katılırdı. O yüzden hep uzak büyüdük at yarışlarına. At yarışıylarıyla ilgili benim o yıllardan aklımda kalan Nalkapon diye bir at yarışı bülteninin reklamı ve sonunda söylenen "Kim kazandı? Buna varış hakemleri karar verecek" sözleriydi. O yıllardan beridir ganyan bayileri de hep uzak durduğum, uzaktan da batakhaneyi andıran yerlerdi benim için. Hal böyle olunca da ne at yarışı bildim ne de Bold Pilot'ı tanıdım.

2015 yılında ölüm haberi ile Twitter bir anda karışmıştı. Kim bu saçma başlığı açmış diye düşünüp baktığımda ise ölen bir atın ardından insanların bu kadar üzülmesini anlamamıştım. At yarışlarını takip eden arkadaşlarımın derin üzüntülerini fark ettim, garipsedim haliyle. Şimdi fark ettim ki, benim için Terim, Hagi, Taffarel, Hakan Şükür hatta Sounders neyse, bilenler için de Bold Pilot oydu.

İzlemediğim için Çukur dizisinde tekrar gündem yapılmasını kaçırdım. Dizinin yapımcıları (Ay Yapım) hazırladıkları film için sevilen dizinin sevilen karakterleriyle filmin tanıtımını yapmışlar. Sonra da Youtube'da harika işler çıkaran 140 Journos ekibinin Ay Yapım'la bağlantılı hazırladıkları 2 bölümlük Bold Pilot kısa belgeselini izledim. Yani Bold Pilot trendine bilmeden ben de kapıldım. Yine de bundan hiç pişman değilim.

Gelelim filme. Öncelikle burdan büyük bir tebriği Ay Yapım ekibine, filmin yönetmeni ve senaristi Ahmet Katıksız'a iletmek isterim. Ezel gibi kült bir diziyle hayatımıza giren Ay Yapım yıllar içinden neredeyse hiç başarısız yapıma imza atmadı. En azından belli bir standardın üstünde kalan yapımları, çoğunu takip etmesem de, genel izleyici kitlesine hitap eden ve belli bir kalitenin üzerinde eserler. Ancak Dedemin İnsanları ve Bizim İçin Şampiyon özgünlüğü de hesaba kattığımız zaman kesinlikle diğerlerinden ayrılıyor. Dedemin İnsanları'nda Çağan Irmak imzası ile Ay Yapım'ın önüne geçtiği aşikar zira Bizim İçin Şampiyon filminin afişini almak için Ay Yapım'ın sitesine girince o eserin de yapımcısı olduklarını öğrendim. Ama Bizim İçin Şampiyon, kısaca Şampiyon, sanki yıllardır edindikleri tecrübelerin ustalık eseri gibi karşımızda. 

Kasım, aralık ve ocak aylarında vizyona yön veren 3 tane biyografi filmi oldu: Müslüm Baba, Bohemian Rapsody ve Şampiyon. (Hatta önümüzdeki hafta vizyona girecek olan Çiçero'yu da eklemek lazım) Müslüm ve Bohemian Rapsody için ayrıca yazacağım ama özellikle Ahmet Katıksız'ın bir hayvanın, düzeltiyorum atın, biyografisini film yapması, buna cesaret edebilmesi gerçekten takdire şayan. Özellikle kamera arkasını çok merak ediyorum (Youtube'a koyulmuş). Çekimler, görüntüler ve sondaki kafa kafaya giren atların sahnesi Hollywood kalitesinde diyebilirim. Bu işe girerken "zaten milyonların sevgilisi, sırf hayranları gelse iyi gişe yaparız" şeklinde konuya yaklaşmadığı o kadar belli ki. Senaryoda kendisine katkı veren Serkan Yörük'ü de unutmamak lazım. Her ikisinin de 81 doğumlu olduğunu dikkate alırsak, çocukluklarında Bold Pilot'ın yarışlarıyla sevindiklerini tahmin etmek zor değil. "Amerika'da olsa filmi yapılır" denilen o kadar çok hikayemiz var ve artık bu filmleri yapacak cesur insanların çıkması gurur verici. Üstelik, hikaye her ne kadar Bold Pilot'ın hikayesi olsa da Halis Karataş'ın, Begüm Atman'ın ve Özdemir Atman'ın da hikayesi, bir takım oyununun, "destansı bir aşkın" hikayesi.

Oyuncu seçimleri de 4/4lük olmuş. Begüm Atman rolünde izlediğimiz Farah Zeynep Abdullah her filminde daha da yükseliyor. Üstlenip de altından kalkamadığı rolünü ben hatırlayamıyorum. Fikret Kuşkan ise "Ben Çağan Irmak'la çalışmadan da iyi oyuncuyum" diye bağırıyor adeta. Halis Karataş'ı canlandıran Ekin Koç da çok başarılı. Tutmayan dizilerin tutmayan oyuncusu da olsa bu filmden sonra adından söz ettireceğini düşünüyorum. Yine de bana bazı sahnelerde Murat Yıldırım'ı hatırlatmadı değil. Nedenini çözemediğim bir benzerlik kurdum, belki rolü Murat Yıldırım'a daha yakıştırdığım için olabilir. Gazi Koşusu'nda, boxsette, Halis Karataş'a selam veren gerçek Halis Karataş sahnesi çok hoş olmuş. Ayrıca tanıdık ses olan Ali Kayakıt'ın da yarışları sunması çok iyi düşünülmüş.

Müziklere gelecek olursak, artık Ay Yapım'ın kadrolu müzisyeni gibi olan Tolgay Işıklı sanatını konuşturmuş. Yükselen sahnelerde de dramatik sahnelerde de müzik sizi daha da filme bağlıyor. 

Sinemalarda vizyon sayısı azalmaya başlayan Şampiyon'u bitmeden muhakkak izleyin. Gerçekten üst seviye bir eser ortaya çıkmış. 140 Journos'un kısa belgeseline gelecek olursak, eğer Bold Pilot hakkında ufak tefek bilgiler ya da hikayeler bir yerlerden kulağınıza çalındıysa, izleyip filme gidebilirsiniz. Filmde bu enstantaneler o kadar güzel yedirilmiş ki hiç rahatsız etmiyor. Ama bu yazıyı okuyana kadar Bold Pilot hakkında hiçbir fikriniz yoksa, filme gittikten sonra izleyerek "yok canım olmamıştır" dediğiniz sahneleri farklı kaynaklardan doğrulamış, filmden aldığınız zevki tekrar hatırlamış olursunuz. 

Not: Filmi izlerken, tüy rengiyle, hareketleriyle, tepkileriyle, hızıyla, hatta yağmuru sevmemesiyle bize kendini hatırlatan iki yıldır bizimle olan dostumuz #Garabaş'ımız #Haydut'umuz kısacası bizim #BoldPilot'umuza sevgiler :)

Bizim İçin Şampiyon (2018)
Yönetmen: Ahmet Katıksız
Senaryo: Ahmet Katıksız, Serkan Yörük
Yapım: Ay Yapım - MED Yapım






11 Ocak 2019 Cuma

Psiko Analist - John Katzenbach




"53. doğum günün kutlu olsun doktor.
Ölümünün ilk gününe hoş geldin"

Psikiyatr (ya da kitaptaki tabiriyle psikanalist) Dr. Frederick (Ricky) Starks'ın 53 yıldır süren rutin hayatı, 53. doğum gününde aldığı bir mektupla içinden çıkılmaz bir hal alır. Bu bir ölüm tehdididir ve Dr. Starks'ın iki seçeneği vardır: 15 gün içersinde mektubun yazarının kim olduğunu bulamazsa kendisini öldürmek zorundadır; aksi halde 52 akrabasından biri ölecektir. 

John Katzenbach müthiş kurgulanmış harika bir roman çıkarmış ortaya. Her ne kadar türü polisiye de olsa aptal 1-2 polis dışında hemen hemen hiçbir polis ya da polisiye mevzu geçmiyor kitapta. Buna rağmen cinayet, katil, kaçma-kovalama gibi olgular içerdiği için polisiye kategorisinde değerlendirilen bir kitap. Tabi polisiye türünün olmazsa olmazı kurgu çok iyi. Ana karakterimiz Dr. Starks'ın merkezde olduğu romanda sadece onun bildiği kadar biliyor, onun gördüğü kadar görüyor ve onun hissettiklerini hissediyorsunuz. Kitabın ilk sayfasından itibaren olay örgüsü başlıyor ve adeta otomatik dozajlama makinesiyle arttırılan adrenalin yükselmesine maruz kalıyorsunuz. Bu adrenalin ve baskının yükselmesiyle bir psikanalist olan Dr. Starks'ın ruhsal ve kişisel bozukluklarına an be an tanıklık ediyorsunuz. Sadece mesleki kariyerine odaklı silik bir tip olan Dr. Starks'ın kendini bu durumdan kurtarması gereken adımları atamaması ve içine düştüğü ruhsal bunalım okuyucuya sinir harbi olarak geri dönüyor. 3 ana bölümden oluştuğunu söyleyebileceğim (yıkım, diriliş, intikam) kitabın yıkım bölümünde Dr. Starks'ın çaresizliği sizi de çaresizliğe sevk ediyor. 


Yukarıda da bahsettiğim gibi kitabın kurgusu çok iyi. Netflix yakın zamanda kitabı diziye uyarlar diye düşünmeden edemiyorum. Gerçekten de okurken IMDB'de 8 üzeri puan alan bir Hollywood dizisi izliyormuş hissine kapılacaksınız. "Yıkım" bölümü birinci, "diriliş" ve "intikam" da ikinci sezon şeklinde çekilirse büyük bir hayran kitlesine ulaşacağını tahmin ettiğim bir dizi. Özellikle "Yıkım" bölümünde olası ikili üçlü blöfleri çözmeye çalışmak gerginliği yukarı taşıyacaktır. İkinci sezonda ise olası "açığa düşme" hissi yine gerginliği belli bir seviyede tutmayı sağlıyor. 


Peki kitaba kusursuz diyebilir miyiz? Tabi ki hayır. Özellikle halk takımından insanların, hatta göçmenlerin uzun edebi ve felsefik cümleler kurabiliyor olması fazla kurgusal. Adeta yazar, psikolojiyle ilgili felsefik düşüncelerini bu diyalogların içine saklamış ki bu da doğallığı öldürüyor. Ayrıca kitapta zaman mevhumu net değil. Kitaptaki tarihlerle hesap yaptığınızda basım yılı olan 2010 bulunamıyor. Yine de 2010'da geçtiğini varsaydığımızda ise teknolojik tek gelişmenin bilgisayar ve internet olduğunu buna rağmen akıllı telefonların -ki kullanılabilecek onlarca sahne var- bahsinin geçmiyor oluşu eksiklik olarak gözüme çarptı. Çeviri ile ilgili de bazı olmamışlıklar var gibi hissediliyor ancak orijinalini okumadan bu konuda yorum yapmak doğru olmaz. Tabi bütün psikolojik çıkarımların da tıbbi doğruluğunun teyit edilmesi lazım. 2010 yılında yazılmış bir kitap olduğu için tıp dünyasından kitabın yorumlarını bulmak da kolay değil. Fakat Katzenbach'ın benzer tarzda romanlar yazdığını düşünürsek, yazdıklarının gerçek payı olduğunu da kabul edebiliriz. Yine de kendi adıma Katzenbach birden fazla şansı hak ediyor diye düşünüyorum.


2016 Tüyap Kitap Fuarı'nda ziyaret etmiştim Koridor Yayıncılık'ı ve orada çalışanların tavsiyesiyle almıştım kitabı. Kendi tarzlarını oluşturmaları ve özgün kitap kapaklarıyla gözü kapalı güven duyabileceğim bir yayınevi oldu kendi adıma. Kaybedenler Kulübü'nde 6.45 yayınevinin hayran kitlesi olmasını anlamlandıramamıştım ancak bir yayınevine bağlılığın ne demek olduğu yavaş yavaş bende anlam buluyor.


Not:Kitabın basım yılı Koridor Yayıncılık ile Türkiye'de 2010 olsa da orijinal eserin basım yılı 2002 olduğunu buldum. Yani kitabı okumaya karar verdiğinizde 2002 yılını baz alarak okumanızı öneriririm. Zaman kurgusu genel kurgunun içinde çok küçük bir parça zaten. Bu  bilgi de yukarıda eleştirdiğim cep telefonu-akıllı telefon gelişimi hakkında bilgi veriyor. Şöyle bir düşünürsek 2002 yılında, ben 12 yaşımdayken, Ericsson T10 (Google'a sormadan yazamadım) kullanıyordum. 2010'da ise Blackberry ve Iphone'lardan bahsediyorduk. Bu gelişim hızı gerçekten sıradışı.

Psiko Analist (The Analist) - John Katzenbach
Çeviri: İpek İbik
Koridor Yayıncılık

3 Ocak 2019 Perşembe

Ali Koç Vizyon(suzluğ)u

Normalde Fenerbahçe ile ilgili yazmayacaktım ama hakikaten dayanılacak gibi değil. Ali Koç'un Fenerbahçe'ye başkan olmasıyla gerçekten modern futbolun gerekliliklerini yerine getirecek şekilde bir kulüp yapısı kuracağını ve bu yapının da Beşiktaş'ta geçen sezona kadar yapılan kör-topal doğru işlerle birleşerek başta Galatasaray'ı ve diğer kulüpleri de olumlu yönde teşvik edeceğini düşünüyordum. Fakat gelinen noktada, 3 büyük kulüp de beceriksizlik yarışına girmiş durumda. 

Beşiktaş'ta Cenk Tosun'un gidişinden itibaren başlayan süreç ZTK derbisinde Şenol Hoca'nın dağılması ve güven zedelenmesiyle devam etti. Yaz sezonunda yapılmayan takviyelerle gelinen noktada taraftarın yarısı Şenol Güneş'e güvenmiyor. Yönetime güvenmeyenlerin sayısı da az değil. Futbolcuları yetersiz bulanlar da var. Eylülde santraforun aralıkta stoperin parasızlıktan gönderilmesi akıllara haklı tek soruyu getiriyor: "Fikret Orman paralar nerde?" Buna bir de şimdi Burak Yılmaz transferiyle hocanın isteğini yerine getirme ancak taraftarı ortadan ikiye bölen hamleyi de ekleyin. Sanki Cenk Tosun satıldıktan sonra kulübü seçimi kaybeden Dursun Özbek devralmış gibi. Derin bir kaybetme girdabında sürüklenip duruyorlar.

Fenerbahçe'nin ilk yarıyı düşme hattında kapatması bir Galatasaraylı olarak beni sevindirmesi gerekirken artık acımaya başladım diyebilirim. Yani bu kadar büyük bir camia bu kadar beceriksiz nasıl yönetilir hayret verici. Sanki Ali Koç, Aziz Yıldırım'ın yönetimlerinde hiç bulunmamış da gökten zembille inmiş gibi davranıyor. Yapılan bariz yanlışlardan dönecek kararların bu kadar geç verilmesi bir yana alınan kararlarda da amatör davranışlar sergileniyor. Hoca, futbol direktör tercihleri, kadro dışılar vs. bir yana bırakıyorum zaten bunlar aylardır konuşulan mevzular. Ama "değişim" etiketiyle geldiğiniz noktada Aziz Yıldırımvari hareketle Akhisar dönüşü takımı otobüsle yollamak da neyin nesidir? Hepsini bir yana bıraktım, 6 aylık sürecin ardından bir Fenerbahçeli olarak aşağıdaki şu iki fotoğrafı aynı gün görsem, "Galiba Ali Koç'la olmayacak" demeye yüksek sesle başlardım. 


Kulübün efsaneleri arasına adını yazdırmış kaptanı bir özür açıklamasını tesislerdeki çay ocağı gibi bir yerde bu şekilde mi yapar arkadaş? Üstelik masanın üstündeki 20+ mikrofondan zaten böyle bir açıklamanın yapılacağını haber merkezlerinin beklediğini düşünürsek, hiç mi organizasyon beceriniz yok sizin. Hiçbir şey bulamadınız, masanın üzerine bir Fenerbahçe bayrağı serin bari. Öte yandan ezeli rakibiniz doğru/yanlış kadro kararları alıyor ve bunu hiç uzatmadan, bizzat teknik direktörünün ağzından arkada Galatasaray Logolu, resmi hesapların paylaştığı yüksek çözünürlüklü video ile yayımlıyor. Bu aralar bir Fenerbahçelinin yerinde olmak istemezdim.

Fenerbahçelinin yerinde olmak istemezdim ama Galatasaraylı olmak da çok iç açıcı durumda değil tabi ki. Sadece Terim tarafından iplerin ele alınmış olması, düzgün bir PR çalışması yürütülmeye başlanmış olması, Lokomotiv Moskova maçının ardından "plan program hazır" açıklamasının somut hale dönüşmesi önemli gelişmeler. Eğer bu plan çerçevesinde alınacak olan oyuncuların listesi hazırlanmış ve ilk temaslar şimdiden yapılmışsa bir de bu doğru transferler gerçekleşirse üç kulüp içinde işleri biraz doğru yapınca nasıl fark yarattığını çok rahat göreceğiz. 

Hemen hemen bütün takımların transfer ihtiyacının olduğu ve transfer piyasasının çok hareketli olacağı bu dönemde işlerini Başakşehir ve Trabzonspor'un da nispeten doğru yönettiklerini düşünüyorum. Özellikle Trabzon'un ağırlık olarak eksilmesine rağmen kadro dışılardan sonra pozitif ivme yaratması çok önemli oldu. Şimdi doğru transferleri de yapabilirlerse şampiyonluk umutları daha da yeşerecektir.

Özetle, Ali Koç'un elit kimliğinin kirlenen futbol dünyasına bir temizlik getireceğini düşünürken Tuchel tarafından PSG'nin 3-4 haftalık kaleci rotasyonunun açıklanması gibi hızlı iletişim kanallarının daha da önem kazandığı günümüz dünyasında 80lerden kalma düzende işler yapılması bir futbolsever olarak bende büyük hayal kırıklığı yaratıyor.

En Azından Doğru Ayrıldık

Transfer sezonunun açılmasının arifesinde gün haber bombardımanı olarak geçti. Telefonumdaki bütün spor uygulamaları ardı ardına gelişmeleri aktardı, son derece hareketli bir gün oldu. Ben yine de olayın Galatasaray tarafına değineceğim zira yanlış bir süreç doğruyla bitirildi. Ardından Ozan Kabak ile ilgili söylentiler de -en azından- sezon sonuna kadar bitirildi. 



Garip bir ilk yarı geçirdik. Olayı garip yapan ise sakatlıklar ve cezalarla boğuştuğumuz bir zaman dilimi olmasıydı. O kadar alışılagelmişin dışında olaylar yaşandı ki böyle bir durumda normal bir tepkinin nasıl olması gerektiğini kestiremedik. Özet geçecek olursam, ilk yarı boyunca iyi futbol oynadığımız sadece 2 Porto maçı var. Bunun haricinde vasat ve vasat altı bir futbol oynadık. Bunun üstüne adeleye bağlı sakatlıklardan yaşanan kadro eksiklikleri ve Fenerbahçe maçında oyuncuların ve hocanın kontrolünü kaybetmesiyle alınan cezalar eklendi. Benim için burda faturanın %50'si istenen transferleri yapamayan yönetimdedir. FFP kuralları malum ama sadece tek bir seçeneğin üstüne gitmek, alternatifleri düşünememek kısacası beceriksizlik kabul edilebilir değil. Hele hele Gomis'den gelen parayı yanlış hesaplamak resmen rezalet. Kulüp profesyonellerinin hatası olmuş onlar da bedelini ödemiş olabilirler ama bunun son gün alınıp da lisansı yetiştirilemeyen Grosskreutz transferinden ne farkı var Allah aşkına. Bir başka örnek ise Ozan Kabak'ın sözleşmesindeki serbest kalma maddesi. Önceki yönetim tarafından böyle bir hata yapılmış olabilir ya da o zaman şartlarında o bedel uygun görülmüş olabilir ancak hataları düzeltmek de yöneticilik işidir. Bruma'nın gidişinde sözleşmenin son yılı olması dolayısıyla ederinin daha azına gitmesi gibi bir hata orda duruyorken hem de. Faturanın kalan kısmında %40'ı da Fatih Terim'e kesilir. Çünkü yaşanan sakatlıkların %80i adele sakatlıklarıydı ki takımın genel performansına bakınca da oyun olarak da ortaya bir şey koymadığımızı söylüyoruz. Bu durumda sezon öncesi hazırlığının iyi geçmediğini söylemek abes olmaz. Futbolculara kalan %10luk payı ise Feghouli gibi bir yeteneğin, kendini sağ kanat alternatifinde ilk sırayı geçtim ikinci hatta üçüncü sıraya dahi atamayacak isteksizliği gibi örneklere veririm. Yine de bu kadar para verilen Feghouli'yi son maçlarda ikna edip performans alan Terim'e 3 ay performans alamadığı için de fatura çıkar. Yine de yönetim ve Terim federasyonla kavga yoluna girerek kendi faturalarını federasyona ödetmesini bildi. Şüphesiz bu kavgada federasyon da kararlarında adil davranmadı ve bize zararı büyük oldu ama camianın bir arada kalması ve dağılmaması önemliydi. Gelinen noktada, ikinci Lokomotif maçından sonra Terim'in "Önemli kararlarımızı verdik. Planımız, programımız hazır. Buraya işi getirdik, burdan çıkartmasını da biliriz." minvalinde açıklamalar devre arasına umutlu bakmamızı sağladı.

Fatih Terim'in, ikinci dönemindeki kadro dışıları saymazsak, istemediği, güvenmediği oyuncuyu  dışlamak ve değerini düşürmek yerine ona sahip çıktığını görürüz. Fakat bu garip dönemde hocanın da terazisi şaştı ve kendi faturasını oyunculara yüklemeye kalktığına şahit olduk. Öncelikle şunu söyleyeyim sakatlık yaşadığını söyleyen bir oyuncudan fedakarlık yapmasını beklemek doğru değil. Fedakarlık yaparsa yönetici olarak oyuncuya manevi bağlılığınız artar ancak yapmadığı zaman taraftarın önüne atmak, takım arkadaşıyla kıyaslamak hocadan hiç alışkın olmadığımız şeyler. Tabi dışardan bakışla ikili ilişkilerini çözemeyiz. Yani "Sakatsın, sakatsın" ilişkileri ne durumda bilemeyiz ama hocanın oyuncuları taraftarın önüne attığına da şahit değiliz. Kaldı ki Eren gibi Avrupa kültüründe büyümüş bir oyuncudan böyle daha bize özgü Türk işi reaksiyonları bekleyemeyiz. Fakat yaşanan süreçte hocanın terazisi o kadar şaştı ki, önce basın toplantısında ardından da saha kenarında hareketleriyle Eren'in üstünde baskıyı arttırdı.

Eren Derdiyok'un Galatasaray için yeterli olup olmadığı, oyun tarzına uygun olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu ancak istatistiklerine baktığımızda 13 maçta 7 gol çok da kötü sayılmaz. Eren'in yetersiz olduğunu düşündüren istatistikleri hava topu kazanma oranını %51'de kalması ve 23'de 8 şut isabeti kaydetmesi. Yine de Eren'in performansının yerildiği kadar kötü olmadığını düşünüyorum (Geçen sezon ligde 19 maçta 3G 2A) Aslında yedek santrafor olarak gelişim kaydetmiş ancak birinci santrafor için yetersiz bir performans göstermiş denilebilir. 

Peki Serdar Aziz'in ve Eren Derdiyok'un gönderilmesinin asıl sebebi ne olabilir? Hele hele Maicon'un %80 gideceği, Ozan'ın serbest kalma maddesi varken Serdar ile devre arasına girer girmez yolların ayrılma kararı alınması, Serdar'ın hoca ile konuşmasına rağmen hocanın kararından dönmemesi düşünülünce bu sadece fedakarlık yapmamalarıyla açıklanamaz. FFP açısından maaş kısıtlaması olmadığı için istikrarlı oynayamasalar bile 17 maçta 1-2 maç girebilecek diye düşünülerek bu oyuncuların takımda tutulması düşünülebilir. Yani Rodriguez'in ve Maicon'un satılmasıyla elde edilecek gelirle bu pozisyonlar takviye edilecektir. Bu durumda rotasyonun son halkası olarak bu iki oyuncu tutulup sezon sonu yollar ayrılabilirdi. Ancak zannediyorum Fatih Hoca'nın burada düşündüğü nokta daha farklı. Galatasaray Bloggercılığının bir numarası Burak Eren'in konuyla ilgili yazısını okudum. Yazısını Avrupa Ligi'nin düşünülmediğiyle bitirmiş ancak benim tahminime göre Serdar ve Eren'in istikrarsız sakatlıkları 3 kontenjanın yasaklı olduğu listede bu oyunculara güvenilemediği şeklinde. Avrupa'da liste dışı olacak ligde de 2-3 maç için tutulacak bu iki oyuncunun maaş yükünden kurtulmak akla daha yatkın geliyor. Yani Terim, Avrupa Ligi listesinin 22 kontenjanını 20+2 şeklinde değil de 22 düzenli, güvenilir oyuncuyla devam etmek istiyor.

Özetle, biri yerli en iyi stoper diğeri istatistik anlamda gelişme kaydeden santrafor da olsa "yola güvenilir oyuncularla devam etmek" düşüncesiyle hareket edilmesi akılcı bir adım. Bunun da transfer sezonu daha başlamadan bizzat hoca tarafından açıklanması da olayı sündürmeden netleştiriyor. Dilerim hoca, Lokomotiv Moskova maçından sonra yaptığı açıklamada kadro yapılanması ile ilgili planların hazır olduğunu belirtirken kendi özeleştirisini de yapmış takımı fiziksel, zihinsel ve taktiksel anlamda sahaya hazırlamayı da kararlaştırmış olsun. 

Kapatırken Ozan hakkında da 1-2 kelam edeyim. En azından sezon sonuna kadar kalmaya ikna edilmiş olması önemli. Şimdi yeni bir sözleşmeyle hem emeğinin karşılığının verilmesi hem de serbest kalma maddesinin düzenlenmesi şart. Zaten hocanın Ozan'la ilgili açıklamalarından "hakkının verileceğini" anlıyoruz. Zaten gönderilenler/gönderileceklerden oluşan maaş bütçesinden de Ozan'ın payı rahatlıkla verilecektir.