12 Aralık 2012 Çarşamba

Yüzleşme

Aselgiz'a aldığım tiyatro biletlerinin ilkiydi Yüzleşme. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var İstanbul Büyükşehir Tiyatrolarının bildiğim 5 tanesinin yeri de ulaşımı da çok kolay ve akılda kalıcı. Bu konuda emeği geçenleri "binayı yapalım, nasılsa yol zamanla oraya gider" mantığıyla hareket etmedikleri için kutlarım. Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi de gayet kolay bulunabilecek yerdeydi bu açıdan. 
İnternet resimleri güncellenmediği için Yadigar'ı Arslan Kacar'ın oynadığı broşür fotoğrafıdır.
Oyuna gelince, arkadaşına karşı son vazifesini yerine getirmek için treninin kalkış saatini bekleyen Züleyha'nın, memleketinden İstanbul'a para kazanmak için gelen Yadigar'ın karşılaşması ve aralarında geçen sohbet olayın hikayesi olarak söylenebilir.  Züleyha'nın eski mahkum, şehirli bir yazar olduğunu belirtirsek herhalde konusu da kendisini ortaya çıkartır. Her dönem güncelliğini koruyan doğu-batı, köylü-kentli çelişkileri. 1 saat 15 dakika süren oyun boyunca anlatılmak istenen izleyiciye çok da yeni bir şey olmadığı için, mesajları direk verip üzerine fazla düşündürmeye gerek duymadan oyunu kısa tutmayı tercih etmiş senarist. Bu sebeple de oyunda drama unsuru hemen hiç seviyesinde öyle ki, oyunun sona erdiğini ışıkların yakılmasıyla anlamak mümkün oldu. 

Oyunculardan Perihan Savaş'ı tiyatro sahnesinde hiç izlememiştim. Oyunculuğu içinse Sosyete Şaban'daki şımarık şehirli kızın biraz daha olgunu ile karşılaştığımızı söyleyebilirim. Karakteri zaten izleyiciyi fazla kavrayabilen bir tip olmasa da mesajların Züleyha'dan gelmesi ve büyük harflerle yazıldığı öngörüldüğünde bir olmamışlık havası hakim (bu olmamışlıkla ilgili güzel tespitler için bkz.elitizmle yuzlesme) Bazı yerlerdeki uzun ezberleri -özellikle hapishane ve babasının atı anıları- kendini kurtarmış diyebilirim.

Oyunun diğer kahramanı Yadigar, 2012 Mayıs'ına kadar senarist Arslan Kacar tarafından canlandırılıyormuş. Kacar'ın vefatından sonra Yadigar'ı devralan Zeki Yıldırım için de bir olmamışlık söz konusu. Tam olarak yöresini anlamadığımız ve "Bakın ben şive yapıyorum" kıvamındaki göze batan şivesi rahatsız edici. 

Meczup karakteriyle giriş yapan Samet Hafızoğlu'nun ise aldığı kısa süre boyunca yaptığı monolog ve dialoglar görülmeye değer. Bir diğer görülmeye değer olgu ise oyunun dekoru. Seslendirmeler ve ışıklandırmalarla birlikte bütün sahne İstanbul'da yaşayanlar için Haydarpaşa'yı andırsa da herhangi bir yerin herhangi bir garı havasında ve gayet başarılı. Zuhal Soy'a da bu konuda tebrikler. 

1 saat 15 dakikalık bu oyunu görmek için en büyük neden ise kesinlikle harika müzikleri. Kayıtlı ve canlı performans bir çello dinletisi. Arka sıralara geçip oyunu izlemeden sırf müzikleri için gidilesi... Zaten bir yerde oyunu kurtaran da müzikleri olmuş. Müzikler için Altuğ Akınsel'e ve canlı performansı için Orcan Dönmezer'e tebrikler. 

Yüzleşme-Arslan Kacar
Yönetmen: Ali Karagöz
Oyuncular:  Perihan Savaş (Züleyha), Zeki Yıldırım (Yadigar), Samet Hafızoğlu (Meczup)

18 Kasım 2012 Pazar

Açlık Grevleri

Gerçekten çok iyi bir satranç hamlesi izledik. PKK yönetici kadrolarının fikri miydi yoksa dolaylı yollardan mı bu kararı aldılar bilinmez ama hamle kiminse gerçekten zekasını ortaya koydu. 

Kabul etmek gerekir ki Açlık Grevleri, PKK'nın yaptığı iyi bir hamleydi. Hükümeti net bir şekilde vezir mi kale mi pozisyonuna soktu. Açlık grevine katılanlar her ne kadar terör suçundan hükümlü/tutuklu olsa da "insan" olmaları kamuoyunda belli bir kesmi etkiledi. Hükümetin üzerine baskı oluşturdu. Milliyetçi bir kesim Oslo görüşmelerinden dolayı AKP'yi PKK ile işbirliğinden suçlarken, diğerleri ise Erdoğan'ın yaptığı milliyetçi çıkışların gazına geliyordu.Hal böyleyken yapılan isteklere hükümet olumlu cevap verse hem 'AKPKK' diyenleri haklı çıkaracak hem de şehit ailelerinden, gaza gelen milliyetçilerin oylarından olacaktı.
      
Hükümet ise pokerde 'restine rest ulan' dedi satrançta  şah çekmeye kalktı. Önce, başbakan, 3 ay önceki resmi göstererek "siz açlıktan öleceksiniz ama sizi açlığa yollayanlar ziyafet sofralarında" dedi; aynı gün içinde, Almanya'da, "Açlık grevi yoktur." derken bakanı açlık grevine katılanların sayılarını bildiriyordu. Baktı işin içinden çıkamayacak "İdam geri gelsin" diye yine gündemi değiştirmeye yönelik yem attı ortaya ancak attığı yem ile "açlık grevleri" gündemlerinin göbek bağı olduğundan grevlerin konuşulmasını engelleyemedi. Üstüne üstlük MHP'nin "idam için desteğe hazırız." çıkışını hesaplayamadığından iyice köşeye sıkıştı.Üstüne üstlük karşı tarafın direncini arttırdı.  Yani kısacası  ne emmeye gelebildi ne gömmeye. 

Velhasılı kelam dün Öcalan'ın emriyle açlık grevleri bitti. Böylece açlık grevlerine yatanların analarına-babalarına "çocuklarınız hükümet kurtarmadı, ben kurtardım" mesajı verdi. Prim yaptı hatta gözdağı verdi. Hükümet ise kısa vadede almaya çalıştığı güneydoğu oylarını (kalesini) kaybetti uzun vadede ise vezirini. 

  • Hükümetin ve özellikle başbakanın satrançtan zerre anlamadığını ve yapılabilecek en kötü hamleleri yaptıklarını -tıpkı batının gazıyla Suriye'ye diklenip sonra da arkasına baktığında kimseyi bulamadığı gibi-
  • PKK'nın ve Öcalan'ın bölgede prim yaptığını
  • "Onlar da insan evladı" diyen "yetmez ama evetçi"lerin ister istemez PKK'ya +rep verdiğini, başbakanı zalim ilan ettiğini
  • "Bırakın gebersinler"çilerin uzun vadede savaşın sonlanmasına engel olduklarını
  • Yandaş medyanın "aslında" ile başlayan cümlelerle gülünç duruma düştüğünü ve Bor-pazar-eşek üçlüsünün bu duruma cuk oturduğunu
görmüş olduk. 

16 Ekim 2012 Salı

Her Temas İz Bırakır: Behzat Ç - Bir Ankara Polisiyesi


Daha önceki yayınlarda motoru ısıtmak için okuduğum kitaplardan bahsetmiştim, onların hemen peşi sıra okusam da yazmak bu zamana sarktı. Behzat Ç dizisi hayranları için tam da motoru ısıtmak için okunulası bir kitap. 

Kitabın yazarı Emrah Serbes, diziye de esin kaynağı olan kitap serisinin ilki olan, Her Temas İz Bırakır'da karakterleri detaylı olarak analiz etmiş. Psikolojik ve fiziksel durumlarının tasvirleri her ne kadar net olsa da dizinin hayranları için kitap canlandırmak için pek de etkili değil, hele hele Erdal Beşikçioğlu'nun oyunculuğundan sonra. Ama kitaptaki bazı ortam tasvirleri hakikaten başarılı, hele hele okurken Ankara ayazını içinizde hissediyorsunuz.

Kitapta, dizinin aksine, Cinayet Büro 3-4 olayı aynı anda soruşturuyor ancak ana çizgide ise dizinin ilk bölümündeki Teras Bar'da çatıdan atılan ve intihar süsü verilen üniversite öğrencisi kızın soruşturması var. Öte tarafta ise Behzat Ç.'nin psikolojik halinin derin analizleri var, abisiyle ve Berna ile kavgaları, Şule ile tanışmaları.

"Öğrenci alemine, başka alemlere, ama asıl polis alemine dikiz atan, entrikası bereketli bir polisiye..." demiş kitabın arka kapağını hazırlayan. Aslında söylenecek pek de farklı bir şey yok. "E madem dizinin aynısı neden okuyayım?" dediyseniz de içinizden, o zaman, kesilmiş sahneleri ve farklı sonuçlanan soruşturma için okuyabilirsiniz derim. 

Not: Adamın hası 216 içer...
 Her Temas İz Bırakır: Behzat Ç- Bir Ankara Polisiyesi : Emrah Serbes
İletişim Yayınları

10 Ekim 2012 Çarşamba

Galatasaray:Rotasyon gerçekten hata mı?

Hayli uzun bir yazı oldu ama sıkılmadan okunacak şekilde yazmaya çalıştım. İsterseniz parça parça da okuyabilirsiniz.

Öncelikle bazı tanımları kafamızda netleştirmek gerekli. Mesela Santrafor-forvet farkı. Bunun farkını daha önce de açıklamıştım. Jardel, Hakan Şükür, Falcao, İbrahimovic gibi oyuncular santrafordur. Tabi bunların ortak özelliği uzun boylu olmaları ama mesela Owen da bu sınıfa girer. Bu tip oyuncuların pivot santrafor gibi ceza sahasında stoperlerle ikili mücadeleye girmeleri, top almak için kanatlara açılmaktan ziyade kişisel ya da takım oyunu gereği ileride defansı rahatsız etmesi beklenir. Zaten bu tip oyuncuların İngilizcede karşılığı Striker (vurucu,bitirici)dir. Doğal olarak da bu oyuncuların golü atan kişi olması beklenir. Forvetler ise Arif Erdem, Hagi, Ronaldo, Messi,Quaresma,Alex gibi topu taşıması beklenen ya da santraforun açtığı boşluklara koşu yapacak oyunculardır. Santrafora asisti yapacak, yani golden önceki pası vermesi beklenen oyunculardır. Oyun sistemine göre 2. forvet, kanat forveti (4-3-3) ya da 10-10,5 numara göre diye adlandırılır. 

Futboldaki taktiksel saha dizilimi ise 80'lerde 3-5-2 (ya da 5-3-2) şeklindeyken, 90'lı yıllarda 4lü savunmaya geçilerek 4-4-2 moda oldu. Barcelona'nın son yıllardaki futbol devriminden sonra ise 4-3-3 2000'li yıllara damga vurmuş durumda.  

Mevcut Galatasaray kadrosuna gelecek olursak da ilk 11'de düzenli oynayan ve rotasyona giren 3 oyuncu da (Elmander, Burak, Umut) tam olarak santrafor tarzında oyuncular değil. Daha detaylı bakacak olursak, Elmander şimdiye kadar santrafor, santrafor arkası ya da sağ ön mevkilerinde oynamış bir oyuncu. İleride ısrarlı baskısı, geriye gelip top alma özelliği olduğundan bu mevkilerde zorlanmadan oynayabilen bir oyuncu zira bitiriciliği de o kadar yüksek bir oyuncu değil. Mesela Galatasaray'ın geçen sene Elmander'in ilerde tek santrafor olarak oynadığı maçlarda zorlanmasının nedeni de biraz bu. Elmander gibi Burak'ın da saha içi mevki olarak kariyeri benzer şekilde gelişti. Umut ve aynı şekilde Sercan Yıldırım ise kariyerine santrafor olarak başlasa da Elmander gibi bitiriciliğinin yetersiz olmasından dolayı hücum presi/hızı özellikleriden dolayı kanada kaydırılmış oyuncular.Mevcut kadro içersinde gerçek santrafor özellikli tek adam Baros ancak o da form durumundan dolayı 5. tercih durumunda. 

2. paragraftaki ek bilgiye tekrar dönecek olursak, 4-4-2 taktiğinde kanatların hücuma yönelik olması aynı zamanda da geriye çabuk dönmesi gerekir. İleride 2 kişiyle defansa daha fazla baskı oluşturulsa da orta saha göbeğindeki 2 kişinin genelde 4-3-3 oynayan takımlara karşı eksik kalma handikapı var. Günümüz futbolunda ise en temel prensip ise orta saha üstünlüğü. Hele hele topa sahip olma üzerine bir futbol anlayışınız varsa. Bu durumda da orta sahayı diri tutmak için de 4-4-2'nin ana prensibi "hücumda baskı" olmak zorunda. Bunun için de takımın kondisyon seviyesinin üst düzey olması gerekli. 

Orta saha analizine geçmeden önce, Galatasaray'ın sezon başındaki kadro durumuna ve oyun şablonuna göre Elmander-Burak ikilisinin oynaması bekleniyordu, Umut'un ise pres gücünden faydalanarak Elmander'in ikamesi olması. Ancak her ikisinin de (Burak-Elmander) 2 yıldır düzenli olarak santrafor oynadığını hatırlatalım. Umut'un müthiş başlangıcı ve Elmander'in sezona sakat Burak'ın da cezalı başlamasından ise bu bölgede rotasyona gitmek gerekti. Ancak baktığımız zaman, santrafor-forvet rotasyonunda Burak ve Umut'un 7 haftada 5'er golü var. Elmander ise 2 golle katkıda bulunmuş ama Elmander'in hücum presi katkısı daha önemli. Takımın attığı 16 golün 12'si bu 3lüden geldiğine göre ileri uçta sıkıntı yaşanmadığı söylenebilir. 

Orta sahada ise geçen senede kanatlarda oynamasına rağmen içeriye toplu ya da topsuz koşu yapan Emre-Engin ikilisinin yerine daha çok Amrabat-Hamit görev alıyor. Amrabat'ın 4-3-3'ün kanat forveti olması kendisini mevcut sisteme alıştırmakta zorluk yaşamasına neden oldu üstüne bir de Emre'nin sezon öncesi iyi hazırlanması ile sol kanatta kendi aralarında rotasyona gidildiği söylenebilir. Aynı şekilde sağ tarafta da Aydın-Hamit rotasyonu var. Aydın'ın geçen seneden beri ikinci yarıda girerek maça etki etme özelliğinin üzerine henüz bir şeyler koyduğunu söylemek zor ancak Hamit'in de sezona geç başlamasından dolayı yeterli form tutamaması handikap gibi gözüküyor. Aynı şekilde Melo'nun da hazırlık evresinin 4 ayında yatması orta sahada Selçuk'u etkiler durumda. 

Defansta ise Dany ileriye yönelik Ujfalusi'nin yedeği olarak alındı ancak Ujfa'nın talihsiz sakatlığı ile gelen Cris transferi ve Cris'in takıma uyumunu sağlamak adına yapılan tandem rotasyonları.

Aslında bu 3 paragraf laf-ı güzaf. Bilinen şeyler. Benimse asıl söylemek istediğim biraz daha farklı: Fatih Terim'in takımlarını genelde rotasyonla idare ettiği ve rakibi analiz ederek maça göre diziliş ve kadro çıkartması. Galatasaray'ın UEFA şampiyonluğuna giden yola bir bakış atarsak anlatmak istediğimi daha net anlatabilirim. 




Bir çoğumuzun kafadan yazabildiği bu takımın iskeleti 93 yılında Akdeniz oyunlarında şampiyon olan takımla aynı sene kuruldu. 96 yılında ise yandaki kadro hazırdı (Taffarel hariç). Fatih Terim'in oyunculuk ve teknik direktörlük kariyeri ise 3-5-2 ile geçmesine rağmen kendisi 4-4-2 oynatır diye bilinir. Ama gerçekten öyle mi? 
























Kağıt üzerinde daha çok asimetrik 4-4-2 diye adlandırılan (soldaki) formatla oynasa da maç içersindeki değişkenlere göre sağdaki 4-3-3 modelini alabildiği de rahatlıkla söylenebilir. Burada Ümit Davala'nın joker oyuncu olarak göbekte, Fatih Akyel'in ya da Arif'in yerinde de oynayabilmesi yine aynı şekilde Arif'in de kanat forvet gibi oynayabilmesi önemlidir. Aklınıza Arif orda oynar mı sorusu gelebilir ancak 2002 Türkiye'nin temelini oluşturan bu kadroydu. Senegal maçında sonradan girip Arif'in İlhan'a asistini başka nasıl açıklayabiliriz? Bu sadece aklıma gelen en belirgin örnek. Şu andaki kadroda ise Amrabat ve Hamit'in aynı anda oynadığı maçlarda ise asimetrik 4-4-2'yi istenildiği zaman 4-3-3'e döndürebilme özelliği var.İlerideki ikiliden Burak'ı ya da Umut'u hatta zaman zaman Elmander'i Arif'in yerine koyarak. Zaten Terim'in Hamit'in form durumu düşük olmasına rağmen ısrarla oynatmasının sebebi de bu ki Terim de zaten açıkladı bunu:"Hamit'in birden çok yerde oynayabilme özelliği bize değişiklik yapmadan maç içersinde oyuna müdahale etme şansı tanıyor." diyerek.Nitekim Manchester maçında orta sahanın otoban olmasından dolayı Hamit'i ortaya kaydırdı ya da Eskişehir maçında Umut çıktıktan sonra Sercan girene kadar sağ önde oynadı. Terim sever böyle joker oyuncuları; geçen senenin başında Eboue'yi sol açıklarda denemesi gibi. Emre Çolak'ı ya da Engin Baytar'ı kanatta ya da göbekte oynatması gibi. Tekrar efsane kadroya dönersek; diziliş 4-3-3'e döndüğünde orta 3'lüde kullanılabilecek Emre, Okan hatta Ergün rotasyonu da var.

Peki Galatasaray o yıllarda da hep 4lü savunmayla mı oynadı? Yukarıda da dediğim gibi Terim 3-5-2 ile yoğurulmuş bir teknik adam. Bu yüzdendir ki 96-98 senesinde Filipescu'yu transfer etmesinin, ya da 98-2000'de Capone'yi, ya da 98'e kadar Fethi Okuroğlu ile devam etmesinin sebebi. Capone'yi biz hep 4lü savunmanın sağında Fatih Akyel rotasyonuyla hatırlıyoruz ancak; asimetrik 4-4-2 kolaylıkla 5-3-2(3-5-2) varyasyonuna da dönebilir. Bunu da Capone'nin, Fatih gibi akılda kalıcı kanat bindirmesi olmamasına rağmen kornerlerde attığı arka direk golleriyle açıklayabiliriz. Mesela Terim'in mirasıyla ertesi sene Şampiyonlar Ligi'nde Real Madrid karşısına çıkan Lucescu'nun, maça Capone ile başlayıp 2. yarıda Fatih'i oyuna alarak sağ kanattan 3 gol hazırlanması bu konudaki en bariz örneklerden biridir.  



















Feldkamp'ın "Futbolu sadece sayılardan ibaret sananlar, gitsin süpürge satsın." sözünü şimdi daha iyi anlıyorum. Sadece saha diziliminin sayılarla ifadesi çok da bir şey anlatmıyor. O yüzden Terim'i bir kalıba koyamıyorum. Ya da Uğur Meleke'nin, Barcelona'nın dizilimini tarif ederken "30-40 metrede 10 tane oyuncusu olan takımı 4-3-3 diye adlandırmak saflık olur, olsa olsa 0-10-0" demesi de yine Feldkamp'a işaret ediyor.Bundan sonra sayılardan çok oyuna bakmam gerekecek galiba. (bunu kendi kendime keşfetmem de benim başarım olsun:)) 

İngilizce bilenler bilir, rotasyon (rotation) bizim kullandığımızın aksine döndürmek anlamına gelir ki Terim de kurduğu kadrolar gereği dibine kadar rotasyoncudur. Ayrıca kadro genişliği hazırlaması açısından, Türkiye'de kullanıldığı tabirle rotasyon da uygular. Daha bu takıma yazmadığımız Ergün, Hasan Şaş, Emre, Okan, Marcio ve ligde kullanılan Ahmet Yıldırım, Faruk Atalay, Sergen Yalçın gibi isimler de var.Hele hele Tugay gittikten sonra Emre-Suat-Okan 3'lüsünü her türlü Busquest-Xavi-İniesta 3lüsüyle kapıştırırım (Fabregas yemez:)). Kısaca Fatih Terim'in sahada net bir dizilimi yoktur ancak bilinen tek belirgin taktiği vardır "ileride baskı". Yukarıda da belirttiğim gibi bunun için de kondisyonu öncelikli tutar. Seviyeyi de Avrupa seviyesine çıkartır böylece de ligi domine eder. 

Türkiye'de şampiyonluğun formülünün kondisyondan geçtiğini daha önce anlatmıştım (bkz.). Terim, Amerikan kodisyoneri boşu boşuna getirtmedi. Geçen sene bunun meyvesini yedik ve artık Avrupa kupası hedefiyle kadro da kurulmaya başladı.Planlar da muhtemelen Hamit'in artık yaş-performans değerlendirmesine göre senelere yayıldı. Bu yüzden ki Şampiyonlar Ligi tecrübesi olmasına rağmen takıma yeni katılan Cris yerine 3-4 sene sonraki final maçında oynayacak olan Dany-Semih ikilisinin Avrupa maçlarında oynaması. Ya da artık 31 yaşında olan Elmander'in yedeği olması için Umut'un alınması. Emre Çolak ve Engin Baytar'a Hamit gibi joker oyuncu özellikleri kazandırılmak istenmesi. Kadro mühendisliği açısından olumlu gelişmeler bunlar, tabi ileride yerlerine uygun fırsatlara daha iyi oyuncular alınmazsa. Bu mühendisliğin sonucunda ileride Avrupa Kupası kazanması için transfer edilen 5 yeni futbolcu var ve doğal olarak da geçen senenin ilk yarısında olduğu gibi takımın birbirine alışma süreci beklenecek. O yüzden Terim'in planlamayı yaparken ŞL gurubundan alabildiğimiz kadar puan almak ama mutlaka ligde şampiyon olmak gibi bir plan yaptığını tahmin ediyorum. Bu sebeple sol bek alternatifini Riera ve Çağlar'la idare yoluna gitti.  Braga maçının ardından yaptığı konuşmada da takımın Avrupa seviyesine gelmesinin zaman alacağını söyledi. 

Yine kendi tahminim Ordu-Braga-Eskişehir maçlarında kaybedilen puanlar Terim için çok da önemli değil. Ligde kaybedilen 5 puanın telafisi uzun süreçte ligin sonunu getirebilmekle (fizik gücü, kondüsyon) mümkün. Ancak muhtemelen bu 3 maçta sadece 1 gol atılmış olmasını düşünüyordur. 

Mehmet Demirkol'un Hollanda-Türkiye maç sonu değerlendirmesinde söylediği bir şey var:"Mevcut futbol dünyasında artık doğaçlama gol atmak diye bir şey kalmadı. Gol atmak için denenmiş ve işe yarayan taktikleriniz olmalı.Bizim ise ülke olarak tek taktiğimiz Selçuk'un defans arkası paslarıyla Burak ve Umut'u kaçırması." Galatasaray'ın ve Terim'in mevcut oyun mantalitesinde, bu, çok da işe yarar bir taktik olarak gözükmüyor.Zira kaleyi ablukaya almışken gömülen defansın arkasında Burak'ın koşu yapabileceği pek de mesafe kalmıyor. Ancak mevcut büyük takımların topla oynayan oyuncunun pas atabilme opsiyonunun 5-6 seviyesinde tuttuğunu görüyoruz. Galatasaray'da geçen sene 2-3 olan bu seviye bu sene 3-4 seviyesine yükselmiş durumda. Her ne kadar geri pas gibi dursa da topu kaybetmeden rakibi kendine çekmek mevcut taktik için işe yarayabilir. Ya da Manchester'ın 68. dakikada bizi uyutarak 2 verkaçla Evra'yı karşı karşıya pozisyona sokması gibi uyutma taktiğine çalışılabilir. 

Genel bir özet geçmek gerekirse Fatih Terim, rotasyonu her iki anlamda da kullanan bir hocadır. Mevcut kadronun da birbine alışma süreci geç transferlerden dolayı bu haftalara kadar sarktı ancak bu haftalardaki puan kayıpları uzun maratonda telafisi mümkün. Kadroda alternatif yaratma açısından birkaç hafta daha geçeceğini tahmin ediyorum hatta ve hatta Sabri'nin iyileşememesinden dolayı Eboue'yi dinlendirememenin Terim'i rahatsız ettiğini.              







3 Ekim 2012 Çarşamba

selamünaleyküm again

Çok boşladım buraları farkındayım. Hayatıma yeni bir düzen vermeye çalışmak bazı fedakarlıklar getirdi bunlardan biri de blog oldu. Kombine olmayınca bu sene maçlardan da uzak kaldım. Manchester maçının heyecanıyla bir şeyler karalasam da genel bir bakım yapma zamanı gelmiş. Bu zamanda 2 kitap yazısı ve el değmemiş bakire bir tatil yeri birikti. Belki eserse Braga maçı için de bir şeyler yazarım ha tabi bir de Alex var.
Boş bir zamanımda kafayı boşaltmam lazım zaten.İster okursunuz ister okumazsınız. O değil de bu Akçatepeliler yayını almış yürümüş. Nasıl yayıldı bunun dedikodusu bilemedim ama sevindim :D
Velhasılıkelam, aaaz sonraaaa...

20 Eylül 2012 Perşembe

Man Utd 1-0 Galatasaray: Galiptir bu yolda mağlup

Manchester United her ne kadar bilgisayar oyunlarındaki ilk göz ağrım olsa da Premier Lig'in paralı kanallarda olmasından beri kapalı kutu benim için. Bu sebeple oyun planları ya da zaaflarıyla ilgili pek bir bilgim yoktu maçtan önce. Bu sebeple de her ne kadar '93 yılını hatırlayıp kuyruğu dik tutarak atar yapsam da fark yiyeceğimizden de korkmadım değil. Sonuçta son 5 yılda 3 final görmüş birinde de kupayı almış bir takım. Fatih Terim'in açıklamalarını da gereğinden fazla iddialı olduğunu düşünmüştüm. Herhalde oyuncuların tedirginliğini azaltmak ve onlara güven depolamak için dik duruyor sandım.

Maç öncesi kadroyu öğrendiğimde Cris'in yerine Dany tercihini tecrübe-hız tercihi diye düşündüm. Aynı zamanda deplasmanda ilerde baskı yapmak o kadar kolay olmadığından defans arkasına adam kaçırmak adına Elmander-Burak değişikliği de mantıklıydı. ManU sazı eline almaya başladığında golü bulmasaydı belki de Terim'in kafasındaki Burak hamlesi daha işe yarar olacaktı. 

Maç inanılmaz derecede tempolu başladı hatta ezilmemek için tempoya ayak uydurduğumuzu falan düşündüm. Golün geldiği dakika 7 olmasına rağmen sanki 20-25 dakika geçmiş gibiydi Türkiye liglerine göre.Tempo o derece üst düzey olunca seyir zevki de heyecanı da yüksek bir maç oldu hele de taraflardan biri Galatasaray ise...

Fatih Terim'in ilk geldiği gün dediği gibi yenildiğinde bile "helal olsun" dedirten bir Galatasaray izledik. Maçın her anında rakiple kafa kafaya oynayan bir Galatasaray. Ancak tecrübe böyle maçlarda ortaya çıkıyor: Maçın 68. dakikası civarında her iki takımda da yorgunluk belirtileri baş gösterdi, karşılıklı top kayıpları başladı. O sırada Manchester bizi uyutmayı başarıp Evra'yı hücuma soktu ve karşı karşıya pozisyon buldu. Bu sadece aklıma gelen örneklerden bir tanesi ancak bu maçtan çıkarılacak tecrübeler hayli fazla.Bunlardan biri de bu düzeyde konsantrasyon kaybının affı yok. 

İlk 11'deki oyunculardan sadece Eboue ve Hamit'in 10 maç üstü ŞL tecrübesi var. Doğal olarak da maçın ilk 15 dakikası takım savunması yapmak adına daha üst düzey bir performans gerektirdiğini ortaya koydu. Geri dönüşlerde sıkıntı yaşamamız benim gibi bir 4-4-2 sevdalısını bile Amrabat-Umut(Elmander)-Burak ileri 3 lüsüne dönüp Hamit'i merkeze kaydırma düşüncesine sevk etti. Zira Terim de ilk yarının ortalarında bunu yaparak Manchester'ın elini kolunu sallayarak bizim 18imize gelmesinin önüne biraz olsun geçti. Tabi bunda golden sonra ManU'nun oyun merkezini biraz daha geriye çekmesinin katkısı var. 


Tecrübelerden bahsettik, ŞL için bu derece toy ve henüz 1,5 senelik bir takım için ilk maçın Manchester deplasmanında olması çok zor. Böylesi zor bir rakip sıfırcı hoca misali fark atabilirdi ancak karşısında böyle direnebilmek, dişe diş oynamak hakikaten büyük iş ve ilerideki maçlar düşünüldüğünde takımın ve camianın inancını pekiştirecektir. Artık sahaya ne istediğini bilen ve gerçekten ne yapabileceğine inanan bir Galatasaray olacak. Fatih Terim'e böyle bir takım yarattığı için ve demeçleriyle bu kadar tutarlı olduğu için teşekkürler.

7 Ağustos 2012 Salı

Suat Kılıç...




Hürriyet'de röportaj yapılmış bakanla. Haberin altında ise şu haber var. 


Türkler başka spordan anlamaz diye bir şey yok. İşte İngiltere’deyiz. Buradaki salonlar çok mu dolu? Kompleks yapmayalım. ‘Bizden iyisi yok’ diye bakalım olaya, kendimize inanalım. 
Spor(!) Bakanı Suat Kılıç'ın açıklamaları bunlar."Türkler futboldan başka spordan anlamaz anlayışını nasıl değiştirmeyi düşünüyorsunuz?" sorusuna cevabı... Altına da ekliyor "2020 olimpiyatlarının İstanbul'da yapılacağına inanıyorum."

Bir yukarıdaki resme bakıyorum bir de Türklerin tek anladığı spor(!) olan futboldaki rakı şişesini düşünüyorum. Utanmadan hala olimpiyatlara adayız demiyorlar mı bir de...

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Aklından Bir Sayı Tut - John Verdon

Bir gün posta kutunuzda kırmızı dolma kalemle ve özenli el yazısıyla yazılmış bir mektup bulsaydınız ve size 1'den 1000'e kadar aklınızdan bir sayı tutmanızı söyleseydi, ardından tuttuğunuz sayıyı zarfın içindeki diğer mektupta görseydiniz ne düşünürdünüz? Ya da bir telefon görüşmesinde mektubu yollayan kişi bir sayı tutmanızı ve ardından posta kutunuza bakmanızı söyleyseydi ve posta kutunuza baktığınızda tuttuğunuz sayının yazılı olduğu bir mektup daha alsaydınız?

Bir cinayet romanı okumanın en zevkli yanı herhalde katil yakalana kadar neyi,neden, nasıl yaptığını merak etmekle geçer. İste John Verdon ilk romanında size bu heyecanı fazlasıyla yaşatıyor. Özellikle diyaloglarda -kitaptan aklımda kalan cümleyle- "virajları hızlı almak" daha doğrusu tempoyu yüksek tutmak için elinden geleni yapmış. Özellikle karşılıklı konuşmaların olduğu sayfaların hemen hepsi okurken bir solukta geçiyor. Kitabı okurken de gözünüzde 2. sınıf (belki de 1.) bir Amerikan polisiye filmi çok rahat canlanıyor.

Genelde polisiye romanları ya da filmleri başından başlayarak olayı ve gerilimi tırmandırır. Ancak John Verdon -muhtemelen toyluğunun nedeniyle- olayı tırmandırmakta ve genel tempoyu korumakta biraz eksik kalmış. Uzun ve detaylı tasvirler belki sahneleri gözünüzde canlandırmakta fayda sağlıyor ancak tasvirlerle beraber verilen felsefik yorumlar da bir o kadar sıkıcı kalmış. Tabi ki ne tasvirler Gogol'un Ölü Canları kadar boğucu ne de felsefik açılımlar bir kişisel gelişim kitabına göre yoğun ancak yine de bir cinayet romanı için bana biraz fazla geldi. Yine de sizi asıl konuya bağlayan ve "Katil bu sayı olayını nasıl yaptı?" dedirten merak eksilmiyor. Ayrıca bu tasvir ve felsefenin bir artısı da sizi herkesten şüphe edebilecek düzeye getiriyor. 

John Verdon yarattığı emekli cinayetçi Gurney karakterinin etrafına kurmuş olayları. Sahneler kitap boyunca hemen hiç değişmiyor. Doğal olarak da Gurney'in bildiği kadarını biliyorsunuz. Yani cinayeti sayfa sayısından daha önce çözebilmeniz pek mümkün değil. Cinayeti çözebilmek için 1500 parçalık bir yapbozu (puzzle) yerleştirip resmi görebilmeniz gerekiyor. Eğer bunu Gurney'e bırakırsanız zaten o sizi sonuca götürüyor ancak kitabın içinde ustaca saklanmış bazı parçalar da sizin cinayeti daha erken çözmenizi sağlayabilir. 

Aklından Bir Sayı Tut, her halde bir kitabın okunması için yapılan en iyi kapaklardan birine sahip ancak kitabı okumaya karar verdiğinizde tavsiyem, kitap hakkında söylenenlerin bulunduğu sayfaları okumamanız. Benim için hayal kırıklığına neden oldu bu. Kapak ve yorumları birleştirince gerilim, tempo ya da kurgu açısından Olasılıksız(Adam Fawer) ya da Şeytanın Müridi (Glenn Meade)'nin seviyesinde bir kitap bekledim işte bu yüzden hayal kırıklığına uğradım. Ancak John Verdon ikinci kitabı olan "Gözlerini Sımsıkı Kapat" için bir şansı daha hakediyor. Özellikle -yine benzer- müthiş bir kapak ve Dedektif Gurney'i ikinci kitapta ve devamında da kullanmak için bu kadar tasvire boğduğunu düşünürsek...


Not: Kitabını okumam için veren Samet Göksoy (Ortak)'a teşekkürler.


Aklından Bir Sayı Tut/Think of a Number--John Verdon
Çeviren: Cemile Özyakan
Koridor Yayıncılık


18 Temmuz 2012 Çarşamba

Satranç-Stefan Zweig

Uzun zamandır içimde bulunan kitap okuma isteği, gerek benim tembelliğim gerekse de seçtiğim kitaplardan dolayı hayli sekteye uğradı. Motoru tekrar ısıtmak için D&R'a girip kitaplara bakarken kapağı ve ismiyle dikkatimi çekti, Satranç. 
Stefan Zweig ismi benim için yabancı ancak entel abilerin takıldığı ekşisözlük'de kendisi için gayet güzel yorumlar yapılmış. Herkesin ortak kanısı da Satranç kitabı zirve yaptığı nokta. Dediğim gibi Zweig benim için yabancı olsa da kitap hakkında söylenebilecek önemli şeyler var.Kitap romandan ziyade uzun hikaye olarak sınıflandırılmış -ki zaten 72 sayfa- ancak roman havasında sürükleyici. İlk sayfayı okuduğunuz anda hikaye sizi anında sarıyor ve zaten fasikül gibi incecik olması da "ben bunun hakkından gelirim" demenize neden oluyor, yani motoru tekrar ısıtmak isteyenler için ideal.
Hikaye New York-Buenos Aires seferini yapmak için hazırlanan yolcu gemisinde başlıyor ve gemide yaşanan büyük bir satranç maçını anlatıyor. Doğuştan gelen yeteneği ile Dünya Satranç Şampiyonu olan Czentovic ile  eline geçirdiği satranç kitabıyla oyunun inceliklerini öğrenen  ve büyük bir tutkuyla oynayan Dr.B'nin karşılaşması aslında prestij açısından çok önemli bir karşılaşma değil ancak özellikle yazarın edebi diliyle birlikte okur için dünyanın en önemli maçı havasında geçiyor. 
Edebi eserler 2 kişinin ağzından aktarılır. Ya karakterlerden birinin anlatması gibi yazılır ya da 3. bir kişi anlatıyormuş gibi. Ancak Zweig'in bu kitabında 4. hatta 5. kişilerin anlatımları gayet ustalıkla hikayenin içine yedirilmiş. Okuduğunuz 8-9 sayfanın aslında 2 tırnak arasında olduğunu farkediyorsunuz. Bir anda zaman ve mekan kavramı değişiyor ancak çok kolay adapte olunabiliyor.   
Hikayenin diline gelecek olursak betimlemeler can sıkıcı düzeyde değil. Rahatlıkla gözünüzde canlandırabilir ve kurguya dahil olabilirsiniz. Yazarın, öyküde bahsettiği felsefik açılımlar -özellikle felsefe sevmeyenler için- fazla boğucu değil. 
Kitabı alırken satranç hakkında birkaç taktik ya da hamle öğrenirim diye umuyordum ancak bu konuda kesinlikle hayal kırıklığına uğradım diyebilirim. Kitabın isminin ve konusunun Satranç olması özellikle tavla sever bir millet olduğumuz için temkinli yaklaşmaya neden olabilir ancak satranç tahtasının başına bir kez oturmuş olanları ve oyun hakkında basit bir bilgisi olanların bile rahatlıkla anlayacağı seviyede. 
Genel olarak motoru tekrar ısıtmak isteyenler için ideal bir kitap ve inceliğini hissettikçe kitabı elinizden bırakmak ve hazzını daha uzun süre tatmak için çaba sarf edeceksiniz. Son sayfasına geldiğinizde "keşke biraz daha uzun olsaydı" diyeceğinizden eminim. Hatta Dr.B gibi bir satranç kitabı mı edinsem diyebilirsiniz...

Not: Yazar kitabı basıma hazırladıktan kısa bir süre sonra eşiyle birlikte intihar etmiştir.
Not2: Kitabı bana hediye eden Aselgız'a teşekkürlerimle...

Satranç-Stefan Zweig/1941
Can Yayınları 
Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu


   

3 Temmuz 2012 Salı

Akçatepeler



Muhtemelen bu soyadı sadece Halit Akçatepe'den biliyoruz. Malum bugün rahmetli Kemal Sunal'ın ölüm yıldönümü. Ben de bir nostalji yapıp Hababam Sınıfı izlemeye karar verdim. Serinin 2. filmi Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı'da hatırlarsınız öğrenciler Semra Hoca'ya aşk mektubu yazdıkları için okuldan uzaklaştırılma cezası alırlar ve velileri okula gelir. Velilerin arasında (Damat) Ferit'in annesi senelerdir bana tanıdık gelir ancak kim olduğunu bilmem. Şüphesiz başka filmlerde gördüm ama kim olduğunu hiç araştırmamıştım.Güdük Necmi (Halit Akçatepe)'nin en yakın arkadaşının annesi rolündeki Leman Akçatepe. 

Leman Hanım muhtemelen bir çok filmden yüzü tanıdık gelen ancak Efsane Yeşilçam'ın ismi bilinmeyen oyuncularından, en azından benim kuşak için. Ama Kemal Sunal filmlerini iyi bilenler şimdi hatırlayacaklar kendisini. 100 Numaralı Adam filminde Şaban'ın annesi rolünde izlediğimiz Leman Hanım; Ah Nerede filminde Zehra'nın annesi, 100 Lira İle Evlenilmez (Ediz Hun- Bülent Kayabaş- Gülşen Bubikoğlu- Hulusi Kentmen) filminde Hacı Anne ve Uyanık Kardeşler (Kadir İnanır-Müjdat Gezen) filminde ise kardeşlerin annesi Hulusi Kentmen'in karısı rolündedir. Yeşilçam'ın efsane olduğu 70'li yıllarda büyüklü küçüklü 148 filmde rol alan Leman Akçatepe en çok "Fedakar Anne" rollerinde oynamış. 24.06.1992 tarihinde 74 yaşında aramızdan ayrılmıştır.

Leman Hanım'ın Hababam Sınıfı'nda rol arkadaşları arasında sadece oğlu değil ,eşi de vardır. Sıtkı Akçatepe filmin bütün serilerinde Paşa Nuri lakaplı fizik hocasını canlandırmış. Soyu padişah saraylarına dayanan Sıtkı Bey'in Paşa Nuri rolünde çok zorlanmadığını söylesek herhalde haksız sayılmayız çünkü kendisi Kurtuluş Savaşı Afyon-Kocatepe gazisidir. 1902 doğumlu Sıtkı Bey 1985 yılında vefat edene kadar 21 filmde oynamış. En sevilen Kemal Sunal- Halit Akçatepe-Şener Şen filmleri olan Tosun Paşa'da Seferoğulu Sıtkı, Şabanoğlu Şaban filminde ise ailenin reisi Sıtkı Paşa rollerinde görmüşüz onu.

Bir çok oyuncu babasıyla beraber oynama şansına erişmiştir. Ali-Şener Şen, Ali-Kemal Sunal çiftleri gibi. Ancak kimse herhalde Halit Akçatepe gibi şanslı olmamıştır. Hem annesi hem de babasıyla defalarca kamera karşısına geçen "usta" herhalde bizim o eskilerden yadigar olarak baktığımız filmlere daha farklı gözle bakıyordur. 

Kemal Sunal'ın ölüm yıl dönümüne denk geldi başta da söylediğim gibi. Bu vesileyle bizlere ölümsüz eserler bırakan bütün Yeşilçam oyuncularına binlerce kez teşekkürler. Göçenlere Allah'dan rahmet kalanlara da uzun ömürler diliyorum.    




29 Haziran 2012 Cuma

İspanya-İtalya Finali Işığında Euro12 Değerlendirmesi

Euro'12 hakkında daha fazla yazarım diye ümit ediyordum ancak maçların çoğunun sıkıcı geçmesi beni turnuvadan soğuttu.Arada heyecanlı maçlar izledik ama özellikle İngiltere,Fransa ve İspanya'nın maçları inanılmaz derecede sıkıcı geçti. Keza Almanya'nın. Ancak kaderin cilvesi yazdığım iki yazı da İspanya-İtalya maçlarına denk geldi.

Turnuva başlamadan kafamda guruplardan çıkabilecek takımlara dair beklentilerim tuttu diyebilirim. A gurubunda Rusya-Çek Cumhuriyeti bekliyordum sadece o açıdan da bir tek Rusya'yı tutturamadım diyebilirim. 

Turnuva başladıktan sonra ve gurupların ilk maçlarının ardından 2 tane tezim vardı ancak 1'i tuttu. Rusya ve Ukrayna 'nın şaşırtıcı performanslarının ardından ikisinin de sürpriz yapabileceğini öngörmüştüm çünkü turnuvadaki hemen hemen bütün oyuncular bu sene büyük liglerde 50-60 arası maç oynadı ve bir bıkmışlık-motivasyon problemi sezdim. Bu açıdan nispeten daha maç oynayan Ukrayna ve ligleri yaz dönemine denk gelen Rusya sürprizci olarak adledmiştim. Çünkü bu iki ülkenin de oyuncularının çoğu kendi liglerinde oynuyorlardı. Ancak bu öngörüm tutmadı.Tabi burda diğer ülke oyuncularının silkinip kendilerine gelmeleri gibi bir durumdan ziyade turnuvanın genel kalitesizliği ile ilgili olduğunu belirtmekte fayda var. Kalite farkıyla da zaten çeyrek final ekipleri kendilerini belli ettiler. 

Diğer öngörüm ise bizim milletimizle benzerliği hayli fazla olan İtalyanların şike soruşturmasından dolayı direnç gösterebileceğiydi. Zira empati yaparak benzeri bir durumla karşılaşsak biz de başarılara imza atarız gibi bir düşüncem oldu ki zaten İtalyanlar da 2006'da olduğu gibi bu başarıyı finale gelerek gösterdiler. Eğer kupayı da kaldırırlarsa 2014 Haziran'ında bahis şirketleri "İtalya'da şike soruşturması açılır" bahsinin oranlarını düşüreceklerdir. 

İtalyanların müthiş dirençli ve güzel futbollu olmalarının baş sebebi turnuvada yıldızı parlayan 2 teknik direktörden birine sahip olmaları. Portekizli Bento'nun aksine İtalyan teknik adam benim gözümde bir adım daha önde ve şimdiden turnuvanın teknik adamı oldu.Daha guruplardaki ilk maçta İspanya'yı durdururken gösterdikleri anti-antifutbol ile gönlümü fethetti. Ancak bu sefer finalde işleri o kadar da kolay değil. Karşılarında kazanma alışkanlığı olan bir İspanya bulacaklar ve altın jenerasyon tüm zamanların en iyi takımı olmak için savaşacak. 

Tabi burda da İspanya'nın oynadığı aşırı pas futbolundan sıkılmanın bizi İtalya'yı desteklemeyen sevkettiğini söylemek lazım. İspanya için yapılan linç girişimi bana çok komik geliyor. Kabul bu kadar pas yapmaları ve temponun bu kadar düşük olması sıkıcı ama zaten İspanya 4 senedir böyle oynuyor. Methiyeler düzdüğümüz total futbol ya da pas futbolu sıkıcı gelmeye başladı. Allah'dan ben total futbol sevdasından Rijkaard'ın Galatasaray'a gelişinin 4. ayında vaz geçtim. O yüzden bana daha da sıkıcı geliyor ama kendimi İspanya ya da Barcelona maçlarını izlemek zorunda hissetmediğim için de kafam rahat.

Bu konuda galiba en güzel yorumu da Mehmet Demirkol yaptı NTVSpor'da İspanya-Fransa maçının ardından. "Kabul ediyorum İspanya'nın pas futbolu bize sıkıcı geliyor ama bu gözümüzün alıştığından kaynaklanıyor. 2008'de methiyeler düzdüğümüz futbola alıştık ve artık bunu izlemek bize keyif vermiyor. Yoksa İspanya aynı İspanya. Bu futbolu bu turnuvanın başında oynamış olsalardı yine methiyeler düzecektik." Galiba İspanya "değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" felsefesine yenildi. Gerçi Pep, Barcelona'da bazı değişiklikler yaptı ama bunlar kökten değişiklikten ziyade ufak rötuşlardı sonuçta İspanya halkı bu oyundan sıkılana kadar izlemek zorundayız. Başarının geldiği yolda ise sıkılacaklarını tahmin etmiyorum. Zira Türkiye de böyle futbol oynasa herhalde biz de sıkılmazdık. Yine de 3 turnuvadır "Looser" Almanlar'dan "winner" lafını alan İspanyollar maçın en büyük favorisi. 

Turnuvanın hayal kırıklığı ise Hollanda ile Almanya. Hollanda'nın guruptan çıkabileceğine pek ihtimal vermiyordum zira bu senenin bir diğer "winner"ı CR7 artık daha fazla isteyecekti ancak Almanlardaki hayal kırıklığımın nedeni ise yarı finalde elenmelerinden ziyade oynadıkları futbol. Bütün oyuncuların kafası olası İspanya finalinde ve bu sefer şeytanın bacağını kırmanın düşüncesinde idi. En azından oynadıkları futbol bunu gösterdi. Yine de İspanya gibi taktik disiplin ve oyun kurgusundan ödün vermeden oynadılar ancak kendilerini turnuvanın diğer finalist adayı olarak görmek İtalya gibi taktiksel bir deha tarafından yönetilen bir takım karşısında takılmalarına neden oldu.

Bütün bunlar İtalya'nın destekçilerinin artmasına neden oldu. Benim için ise İtalya'yı desteklemek için daha farklı sebepler var.Güzel futbol, Roberto Sergio, Mustafa Ergin Karacan, Gianluigi Buffon ve Andrea Pirlo...

10 Haziran 2012 Pazar

İspanya 1-1 İtalya: Bana bir santrafor verin

Euro 2012 başlayalı 3 gün oldu, maçların kalitesi gittikçe artsa da hala bir Avrupa Şampiyonası seviyesinde değil. Sanki Chelsea'nin Barcelona ve Bayern'i eleyerek kupaya uzanması, El-clasico'nun 2. maçında Real Madrid'in Barcelona'yı alt etmesi bütün teknik adamların gözünü korkutmuş gibi. Hemen hepsi önce gol yemeyeyim felsefesiyle başlıyor oyuna. 

Özellikle ilk 2 gündür oynanan maçlar büyük hayal kırıklığı oldu. Hele hele Hollanda'nın Danimarka karşısında durarak oynaması ya da Almanya'nın Portekiz'in silahlarına önlem alma çabaları yüzünden doğru dürüst keyif vermedi maçlar.

İtalya-İspanya maçı ise biraz daha futbol izlemek adına zevkli dakikaların geçtiği maç oldu. İspanya bilindik Barcelona yabancılarının yerine yerleştirdiği oyunculardan kurulu düzen ile total futbol sergilemek adına sahadayken İtalya bilindik katı İtalya savunmasından esintiler vererek kendi ekolünü yansıttı sahaya. 

Çocukluğumda da İtalya'nın katı savunması pek meşhurdu. Ben ise savunma yapan bir takımın nasıl gol attığını anlamaya çalışmakla geçirdim o yılları. Anladım ki İtalya'nın katı denilen savunması ne Euro2004'de Yunanistan'ın yaptığına benzer ne de bu sene izlediğimiz Chelsea'nin yaptığına. Onlar kalenin önüne otobüs çekmekten ziyade kademeli olarak pres yaparak kale önündeki savunmaya destek olmaya geliyorlar. İspanya'nın birçok atağında gördük ki defansı bir anda 5'leyip onların önüne de 3 kişilik bir set oluşturuyorlar. Ancak belirttiğim gibi oluşturulan bu defans kurgusu ilerde basarak geriye doğru geliyor.

İspanya ise pas yapabileceği bütün oyuncularla sahadaydı. 4-6-0 dizilimiyle sahaya çıkmaları için bütün bahaneler Del Bosque'nin lehineydi.  Turnuvadaki herhangi bir takımın orta sahasında rahatlıkla ilk 11 oynayabilecek 6 oyuncu olması bir yana kulübede bekleyen santraforların da gerek formsuzluğu gerekse de sisteme yabancılığı bu tezini kuvvetlendiriyordu Yeniköy Kasabı'nın.

İtalya ise bana maç içerisinde 2006 Dünya Kupası'nın Fransa'sını hatırlattı. Sahadaki ilk 11'de bildiğim sadece birkaç oyuncu var -tabi ki bu benim ayıbım- sorunlu-sorumsuz santrafor Balotelli arkasında cm 2001-02'nin efsane genç yeteneği Antonio Cassano, Barcelona'da bir ara oynayan Motta ve iki efsane Buffon ve Pirlo. 2006 Fransa'ya benzerliği de işte tam da bu noktada İtalya'nın zira futbolu bırakacak olan Zidane'ın önderliğinde finale kadar gelen İtalya'ya muhtemelen son büyük turnuvasını oynayan Pirlo önderlik ediyor saha içinde. Pirlo'nun saha içi ve turnuva boyu devamlılığı belirleyecek İtalya'nın kaderini.

İtalya'nın turnuva kaderini belirleyecek bir diğer etmen ise şike sıkandalı olacak. İtalyanların biz Türklerle benzediği söylenir ve bu durumda bizim milli takım olsa muhtemelen harika bir direniş gösterecektir. İşte İtalya da aynı direnişi gösterebilir. 

Olayın saha içi boyutuna gelecek olursak son 2 büyük turnuvanın şampiyonu ve bu turnuvanın da mutlak favorisi İspanya bir yanda, diğer tarafta ise savunmasıyla nam salmış İtalya. Maçın büyük bir kısmının İtalya yarı sahasında geçeceğini öngörmek heralde kahinlik değildir ancak maçta 60 dakika boyunca Del Bosque'nin -ne kadar kötü olursa olsun- sahaya Torres'i ya da Llorente'yi almaması tam bir çılgınlık. İtalya'nın golünden sonra nasıl bir fark yarattığını gördük tabi burada İtalya'nın 2. yarıya "biraz daha üstlerine gidelim" felsefesiyle çıkması ve golü bulduktan sonra bu felsefeden vazgeçmemesi etken. İtalya'ya 2. yarıya Balotelli-Di Natale değişikliği ile başlayarak topu biraz daha ileri iteleyebilmesi golü getirdi. İtalya'nın İspanya karşısında yapabileceğinin en iyisini yaptığını ve bundan sonra maçın tek kaleye döneceğini düşünürken onlar kapanmak yerine açık oynamaya devam ettiler ve golü yediler. Tabi İspanya'nın mutlak favoriyken işleri bu kadar zora sokmasının nedeni de kanatlardan gitmeyi kornerler haricinde hemen hiç düşünmemeleri. 

İspanya'nın golünden sonra ya da Torres oyuna girdikten sonra daha net pozisyon buldu boğalar. Sistemin ihtiyacı olan santrafor ile kalan 30 dakikada çok daha net pozisyonlar buldular. Tabi burda Pirlo'nun saha içinde oyundan düşmesi de etken. İtalya'nın varı-yoğu sahadaki 11'i gibi duruyor ve onlar da her şeylerini veriyorlar sahaya. Zira İtalya'nın özellikle 70'den sonra oyundan düşmesini bu şekilde açıklayabiliriz. Ayrıca maçın iyi isimlerinden ve optimumu ile oynayan Cassano oyundan çıkarken giren oyuncuyu tanımamam da bu tespite itti beni.İtalya oyundan düştükten sonra da sahneye Buffon çıktı diyebiliriz.

Torres'e bir paragraf açmak istersek, muhtemelen 2. maçta ilk 11 başlayacaktır. Chelsea'de geçen ve unutmak istediği sezonun baskısı üzerinde olduğu için Buffon'u geçemedi. Karşı karşıya kaldığı ilk pozisyonda çalımlayarak gol atma düşüncesi Buffon'un tecrübesine takılırken, önde yakalayıp sağ kanattaki boş arkadaşına atmak yerine aşırtma vuruş yaparak bir an önce golü bulma isteği üzerindeki baskıya işaret. Şu anda FIFA2002'de gol atamayan Hakan Şükür psikolojisinde olsa gerek ama bu sistemle ve kalitesiyle golleri bulacaktır. 

Christian Maggio'ya ayrı bir paragraf açmak gerek. İtalyan sağ bek gerçekten üst düzey bir oyun koydu ortaya. Maç içinde sık sık adı geçen ve her seferinde bana efsane Baggio'yu andıran bu adam bir Zambrotta değil ama böyle devam ederse 2008'den beri formasını giydiği Napoli'den ayrılmak zorunda kalabilir.

Maçın Adamı: Buffon
Keyif verenler: Pirlo, Cassano, Maggio, İniesta, Casillas, Di Natale
Hayal Kırıklığı: Balotelli
  


3 Haziran 2012 Pazar

Oğlum Mernus



“Ne zaman bir halk türküsü duysam şairliğimden utanırım.” demiş Bedri Rahmi Eyüboğlu.  Halk şairi, ozan. Bunun yanında aslında heykeltraş, ressam, güzel sanatçı yani. Sadece halk türkülerini övmemiş Eyüboğlu “Bir dil bir insan, iki dil iki insan”a da değinmiş hatta ihaleyi arttırıp 3’e çıkartmış. Nedenini de en sonda açıklamış. Güzel yazmış vesselam üstad…

ÜÇ DİL
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.


Mazlum Çimen seslendirmiş..Güzel de seslendirmiş..

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Aklımda Kalanlar -2-

Fenerbahçe-CEV-Wild Card


Avrupa Voleybol Birliği (CEV) gelecek sezon Türkiye'den Şampiyonlar Ligine katılacak 2 takımdan (Eczacıbaşı ve Vakıfbank Güneş Sigorta Türk Telekom) sonra 3. takımı davetiye ile şampiyonaya almaya karar vermişti, bunun için de ligde 3. olan Fenerbahçe yerine 4. Galatasaray'ın isteğini kabul etti. Gerekçe olarak da Fenerbahçe'nin Bakü'de şampiyon olduğu 4'lü finalde organizasyona saygısız davranması belirtilmişti. Tabi bu Fenerbahçe için büyük şok olurken Galatasaray cephesi için büyük bir heyecan ancak şunu belirtmekte de fayda var 3 yıldır son 4'e kalan ve en sonunda kupayı kaldıran Fenerbahçe daha çok hakediyor. Doğal olarak da CEV 3 yıldır 4lü final gören bir takımı gösterdiği gerekçelerden dolayı seçmemesi disiplin derecesini ve gerekçelerinin haklı olduğunu gösteriyor. Haberin üzerinden yaklaşık 1 hafta geçmesine rağmen  Fenerbahçe' nin hala resmi bir açıklama yapmaması da enteresan. Sonuçta hakkının yenildiğini düşünen bir camia varken bu suskunluk CEV'in kararında haklı olduğunu gösteriyor.
İşin enteresan tarafı ise medya ayağında. 2012'nin belki de en büyük haber atlamasını yaptı bütün medya. 4'lü final zamanı Fenerbahçe'nin organizasyona aykırı davranışlarını takip etmeyip üstüne üstlük CEV'in böyle bir karar alabileceğini bile öngöremediler. Çünkü orada yaşanan olaylarda haberleri bile yoktu. CEV'in kararının açıklandığı gün ise "dazlak şaşkınlığı" ile "nooluyo yaa?" modunda verildi haberler. Tamam amatör sporlara ilgi az ama sonuçta şampiyonaya 1-2 foto muhabiri ya da voleybol habercisi falan gönderdiler. Benim aklıma "Fenerli medya" klişesi geliyor çünkü "şampiyon olmuş takımın sevincini kursağında bırakmayalım"dan başka seçenek bulamıyorum. Hele hele diğer takımlar şampiyonluklarında hep sevinç-kursak ilişkisi yaşamışken.

TT Arena 


Şampiyonluğun kursakta kalması demişken aklıma geldi. Galatasaray şampiyon olalı daha 1 ay olmamışken bir anda gündem çok farklı hal aldı. Beşiktaş yeni yönetim yeni hoca arayışları arasında bir de stat projesiyle uğraşmak durumunda. İnönü Stadı'nın tekrar yapılması konusundaki karar ne aşamada bilemiyorum tam olarak çünkü sürekli fikir değişiyor. Öte taraftan Beşiktaş'ın içinde bulunduğu ekonomik darboğazla da bunu nasıl başarabilecekleri muamma. Hal böyleyken olası bir yenileme projesinde TT Arena'da oynama düşüncesi cepte tutuluyor olsa gerek. Yani ortada daha fol yok yumurta yok ama tek gündem TT Arena olmuş durumda. Fol yok yumurta yok derken de Ünal Aysal'ın açıklamaları referans oluyor:"Bize henüz Beşiktaş'dan gelen bir teklif yok." Yani yapılan bütün konuşmalar olası durum üzerine ve farazi.
  
Bunun en büyük nedeni ise medya. İki tarafın da (ya da 3. bir tarafın) kalantör yöneticileri alttan alttan bu haberi servis ediyorlar gibi duruyor. Çünkü dediğim gibi ortada hala net olmayan çok büyük problemler var. E haliyle bu yapay gündem her gün gazetelerdeyken de Terim'e ya da yöneticilere yöneltilen sorular da cevap buluyor. 


Bu haberlerden ise en çok etkilenen ultraslan. Genel Koordinatör Oğuz Altay her gün radyo ya da tvlerde konuyla ilgili demeçler veriyor, gündemi sıcak tutuyor.Haliyle de bu işin gündemde kalmasını isteyenlerin de ekmeğine yağ sürüyor. Çünkü Oğuz Altay konuştukça yönetimlerden yanıt gelecem "kulübü biz yönetiriz siz karışamazsınız" şeklinde. Kısaca kısır döngüye bağlanacak iş. Eğer taraftar olarak Beşiktaş'ın TT Arena'ya sadece deplasman takım olarak gelmesini istiyorsan daha olmamış bir durum için ortalığı velveleye vermek yerine, alt guruplarını (club kulüp diye yazılıyorsa group da gurup diye yazılmalı) organize eder olası bir durumda yapılması gerekenleri, yaptırımları konuşursun. Resmi sitende bir tane bildiri yayınlar, kulübe de mail yoluyla düşündüğün yaptırımları açıklarsın. Şu anda şampiyonluğa sevinmesi ve transfer haberiyle heyecanlanması gereken taraftar yapay gündemlerle uğraşmamalı.


   

24 Mayıs 2012 Perşembe

Aklımda Kalanlar -1-

Malum Türkiye'de ligler bitti.Ben de buraları sıcak tutmak için aklımda kalanları aynı başlığa toplamaya karar verdim.

Tayfur Havutçu
Beşiktaş'ın yeni yönetimi 3 ayda 2. teknik adamını kovdu. Tayfur Havutçu ise giderken "Beşiktaşlılık duruşu" üzerine cümleler sarf etti. En önemlisi ise "Bazı yöneticiler, takıma destek vermek yerine yerime hoca bakıyorlardı, bu Beşiktaşlılık duruşuna yakışmadı" sözleri."Beşiktaşlılık duruşu" ise spordaki güzel ahlakın,vefanın kısaca Fair-Play'in Beşiktaşlılarca özeti. Biz buna Galatasaray Kültürü diyoruz Fenerliler ise Fenerbahçelilik. Aslında hepsi özünde aynı.Bununla ilgili en etkili yazıyı Uğur Meleke yazdı zaten de benim aklıma takılan daha farklı. 



Ertuğrul Sağlam Beşiktaş'daki görevinden ayrılırken "Ben görev başındayken yerime hoca bakmalarını kabul edemem. Türk antrenörlerinin onurunu korumak adına istifa ediyorum." demişti. Tayfur Havutçu, bugün başına gelenleri "Beşiktaşlılık duruşu"na aykırı gördü ama meslektaşı Ertuğrul Sağlam'a aynı muameleyi reva gören Yıldırım Demirören onu Schuster'in ardından takımın başına getirince hiç "Beşiktaşlılık duruşu" sorgulamadı. Allah'dan Ertuğrul Sağlam onurlarını korumak adına istifa ettiği Türk antrenörleri arasında Tayfur Havutçu da vardı.

Yılmaz Vural

Kanal A'da Sporvizyon diye bir programa rastladım gece yarısı. Konuklar Osman Tanburacı ve Yılmaz Vural'dı. (Osman Tanburacı yine etkileyici sesi ve şiirsel konuşmasıyla tespitlerde bulundu. Sık sık da Fatih Terim'e giydirdi. bıyık hadisesini unutamamış anlaşılan) Yılmaz Vural ise engin deneyimi ve futbol bilgisine rağmen  bu ülkede "gel kurtar bizi" hocalarından. Eline verilen en iyi malzeme 1997 Trabzonspor'uydu. Ben Yılmaz Vural'ı çalıştığı kısa dönemlere rağmen önemli başarılar alan bir hoca olarak görüyorum. Son yıllardaki "çalıştırdığı takım küme düşüyor" gibi saçma sapan bir istatistik ile (benzeri istatistik: Sabri girince gol yiyoruz) iş bulması gittikçe güçleşti. Halbuki çalıştırdığı takımlar küme düşen diğer hoca Aykut Kocaman Fenerbahçe'nin başında. Ben Yılmaz Vural'ın şans verilse Aykut Kocaman'dan daha başarılı olacağına inanıyorum. 

Yılmaz Hoca programda en çok antrenörlerin durumundan bahsetti. MAA yönetimiyle getirilen kuralla antrenörler kovulduklarında haklarını sadece sivil mahkemelerden arayabiliyorlar. Yani federasyon anlaşmazlık yaşayan kulüp-antrenör ya da kulüp-futbolcu ilişkilerinde çözüm mercisi değil. Hal böyle olunca da açılacak bir tazminat davası sivil mahkemelerde 3-4 yıl süreceğinden antrenörlerin haklarını aramasının önüne geçildiğinden bahsediyor. Ayrıca bu duruma sessiz kalan Antrenörler Birliğine de lanet okuyor. 

Ülkemizdeki geçmiş siyasi süreçlerden dolayı sendikalaşma ya da hak arama olgusu gelişmemiş. Hal böyle olunca da Antrenörler Birliği sessiz kalıyor. Bu durumda Yılmaz Hoca'nın yapması gereken bütün antrenörleri greve çağırmak olmalı. Zaten üzerine yapışan ahmakça bir düşünceden sonra iş bulması zor. Hiç değilse ülke futbolunun geleceğini kurtarmak adına bir şeyler yapmak için ortaya atılmalı. İnanıyorum ki böylesi bir adıma Fatih Terim, Şenol Güneş ve Altay Başkanı  Ömer Hızılok ilk destek verenler olacaktır.